28 Nisan 2014 Pazartesi

Nazi Deneyimi - Emre Kongar

Fotoğraf: Nazi Deneyimi - Emre Kongar 

Ünlü öyküdür: Bir kurbağayı kaynar su dolu bir kaba atarsanız sıçrar ve kendini dışarı atar. Ama bir tencere soğuk suyun içine koyar ve suyu yavaş yavaş ısıtarak kaynatırsanız kurbağacık da haşlanarak ölür.

1. Tedrici olarak, yavaş yavaş iktidarı ele geçirme politikası.

Naziler, toplumda henüz yerleşmekte olan demokratik sistemin boşluklarından yararlanarak örgütlenmişler, iktidar yürüyüşlerini her fırsattan yararlanarak bir adım daha ileri götürmüşlerdir. Her adım bir sonraki adımın hazırlayıcısı olmuştur. Yavaş yavaş, tedricen güç kazanmışlar ve iktidarı böylece ele geçirmişlerdir.

2. Demokrasi, temel hak ve özgürlüklere dayalı bir rejim olarak değil, faşizmi davet eden biçimde, sadece "çoğunluğun yönetimi" olarak yorumlanmış ve çarpıtılmıştır.

Yalnızca oy mekanizmasının işlemesi, seçimlerin yapılması, Nazilerin yükselişinin demokratik sayılması için yeterli görülmüştür. Naziler demokratik sistemin sadece oy mekanizması olarak çarpıtılmasını kendi amaçları için çok güzel kullanmışlardır.

3. Eğitim ve örgütlenme etkinlikleri Naziler tarafından son derece etkin bir biçimde kullanılmıştır.

Özellikle çocuklar ve gençler arasındaki örgütlenmeye önem verilmiş, tüm toplum, milli eğitim olanakları kullanılarak gençler ve çocuklar aracılığıyla etkilenmiştir. Son kertede, beyinleri Nazi ideolojisiyle yıkanmış olan çocuklar ve gençler, kendi ailelerini ihbar etmek için bile kullanılmıştır.

4. Nazilere karşı çıkanlar yavaş yavaş temizlenmiştir.

Hitler karşıtları, komünistler dışında, hiçbir zaman örgütlenme ve güçlenme şansı bulamamışlar, teker teker tasfiye edilmişlerdir. Naziler, örgütsüz grupların, bireylerin ilgisizliğinden, demokratik bilincin yetersiz oluşundan çok büyük ölçüde yararlanmışlardır.

Başta Hitler'e destek vermiş olan ama sonradan onun zulmüne karşı çıktığı için toplama kamplarına yollanan Alman Protestan Rahip Friedrich Gustav Emil Martin Niemoller'e atfedilen şu sözler süreci çok iyi özetlemektedir:

"Önce komünistler için geldiler.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü ben komünist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü ben sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü ben Yahudi değildim.
Sonra Çingeneler için geldiler.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü ben Çingene değildim.
Sonra benim için geldiler.
Kimse sesini çıkarmadı.
Çünkü ses çıkaracak kimse kalmamıştı."

5. Zulmün Yahudi soykırımıyla doruk noktasına çıkmasında, İkinci Dünya Savaşı çok önemli bir rol oynamıştır.

Ülkenin bir "savaş durumu" içinde bulunması, her türlü millliyetçi duyguların aşırı biçimde kullanılmasına, "ihanet" kavramı üzerine dayalı propagandanın muhalefeti bütünüyle susturmasına yardımcı olmuştur. Naziler savaş koşullarını, tüm toplumu boyundurukları altına almakta tam bir araç olarak kullanmışlardır.

Orduyu, kendi polis örgütleri olan SS'ler aracılığıyla tam bir siyasal denetime almış ve doğrudan doğruya sadece savaşa odaklanmasını sağlamışlardır.

6. Siyasal ve toplumsal propaganda en ileri tekniklerle, en yaygın ve en şiddetli biçimiyle, toplumun beyninin yıkanması için kullanılmıştır.

Bu çerçevede radyo, önemli bir iletişim kanalı olarak Naziler tarafından çok iyi kullanılan bir araç olmuştur. Başında Goebbels'in olduğu bir Propaganda Bakanlığı kurulmuş ve bu bakanlık bütün iletişim kanallarını denetleyerek tüm toplumu boyunduruğu altına almıştır. 

7. Toplu cinayetler, toplama kampları, gaz odaları, fırınlar, toplumda açık ve şeffaf biçimde, meşru ortamlarda tartışmaya konu edilmemiştir.

Bu konudaki çabalar derhal engellenmiş, cinayetlerin üstü örtülmeye çalışılmıştır. Böylece pek çok kişinin "Görmedim", "Duymadım", "Bilmiyorum" gibi bahanelere sığınarak ilgisiz kalması sağlanmıştır.

8. Dönem, Avrupa'da ve özellikle de Almanya'da ırkçılık felsefelerinin yükseliş dönemidir.

Hitler tüm ideolojisini Alman ırkının üstünlüğüne dayamıştır. Soykırım, temel olarak asil ve yüce bir değer biçiminde takdim edilen "Germen ırkçılığından" kaynaklanan bir uygulama olarak sunulmuştur. Yahudi soykırımının arkasında "Üstün Irk" ideolojisi, Germen ırkçılığı vardır. 

9. Almanlara yeni bir "Dünya Devleti" ve "Dünya Düzeni" vaadi, Hitler'in en etkili ideolojik silahı olmuştur.

Toplumsal çapta uygulanan soykırım, ülke sınırlarını da aşan daha büyük ve daha yüce bir "evrensel dünya düzeni" çerçevesinde ele alınmıştır. İnsanların tarih ve "insanlık" bilinci, "Germen ırkçılığı" çerçevesinde yeni bir tarih ve yeni bir insanlık ideali adına saptırılmış ve zulüm için kullanılmıştır.

10. Adalet sistemi "Germen ırkçılığı" çerçevesinde yeniden düzenlenmiştir.

Yargı sistemi ve yargıçlar, "Nasyonal Sosyalizmin" birer uygulayıcısı, birer ajanı haline getirilmiştir. Yargıçların, kendilerini "Führer'in yerine koyarak karar vermeleri" istenmiştir.

11. Bilimin, sanat ve kültürün her alanı, adaleti de kapsayacak bir biçimde bu "yeni ideoloji", "yeni dünya düzeni" çerçevesinde yönlendirilmiş, toplum, bu kanallar aracılığıyla da manipüle edilmiştir. Sinema, mimari gibi alanlar bile yeni Nazi İmparatorluğu'nun birer simgesi, birer "ideoloji taşıyıcısı" haline getirilmiştir.

12. Yahudi "tehlikesi", evrensel bir "dünya tehdidi" olarak ele alınmıştır.

Bu "tehlike" (!) sadece dinsel ve tarihsel olarak değil, güncel ve siyasal olarak da, gerektiğinde yapay düzenlemeler ve sahte eylemlerle de desteklenerek büyütülmüştür.

İktidar, üzerinde anayasal, demokratik, kurumsal denetimlerin olmadığı bir toplumda, yalnız ve korumasız kalan halkın bir bölümünü korkutarak, bir bölümünü satın alarak, bir bölümünü de ikna ederek, gayrimeşru iktidarını demokratikmiş gibi yutturabilir.

Üstelik Naziler, ünlü Reichstag komplosuyla iktidarlarını perçinleyen seçimlere de muhalefeti tasfiye ederek gitmişlerdir.

Zaten bir kez iktidara geldikten sonra çeşitli komplolar, baskılar ve propagandalarla toplumu yönlendirmişler, bu arada sıkı bir örgütlenmeyle eğitimi ve orduyu denetime almışlardır. Bütün bu yaptıklarını da, "seçilmişlerin" meşruiyeti adına ve siyasal iktidar-devlet özdeşliği içinde "devlet olarak" halka zorla da olsa benimsetmişlerdir.

Nitekim, Batı demokrasileri, Nazilerin demokrasiyi bu biçimde yozlaştırmasından ve zulüm aracı yapmasından ders almış, bir daha böyle bir saptırmanın ve zulmün yaşanmaması için anayasa mahkemeleri başta olmak üzere pek çok anayasal denetim mekanizması getirmiştir. Tabii bunların başında da yargı bağımsızlığı gelir.

Unutulmamalıdır ki Hitler ve Humeyni de yargıyı ele geçirdikten sonra iktidarlarını iyice pekiştirmiş ve demokrasiyi rafa kaldırarak kendi rejimlerini kurmuşlardır.

Günümüz demokrasilerinde, kazanılan hiçbir seçim veya hiçbir referandum, iktidarların bağımsız yargı üzerinde egemenlik kurmalarını meşru kılamaz! Hiçbir seçim, hiçbir referandum, muhalefet hakkını yok edemez! Hiçbir seçim, hiçbir referandum, bu iktidarın zulmünü meşru kılamaz!

Zalim iktidarlar, seçimlerin ya da referandumların arkasında saklanamaz; sadece seçime ya da referanduma dayalı demokrasi olamaz!
.
Nazi Deneyimi - Emre Kongar

Nazi Deneyimi - Emre Kongar 

Ünlü öyküdür: Bir kurbağayı kaynar su dolu bir kaba atarsanız sıçrar ve kendini dışarı atar. Ama bir tencere soğuk suyun içine koyar ve suyu yavaş yavaş ısıtarak kaynatırsanız kurbağacık da haşlanarak ölür.

1. Tedrici olarak, yavaş yavaş iktidarı ele geçirme politikası.

Naziler, toplumda henüz yerleşmekte olan demokratik sistemin boşluklarından yararlanarak örgütlenmişler, iktidar yürüyüşlerini her fırsattan yararlanarak bir adım daha ileri götürmüşlerdir. Her adım bir sonraki adımın hazırlayıcısı olmuştur. Yavaş yavaş, tedricen güç kazanmışlar ve iktidarı böylece ele geçirmişlerdir.

2. Demokrasi, temel hak ve özgürlüklere dayalı bir rejim olarak değil, faşizmi davet eden biçimde, sadece "çoğunluğun yönetimi" olarak yorumlanmış ve çarpıtılmıştır.

Yalnızca oy mekanizmasının işlemesi, seçimlerin yapılması, Nazilerin yükselişinin demokratik sayılması için yeterli görülmüştür. Naziler demokratik sistemin sadece oy mekanizması olarak çarpıtılmasını kendi amaçları için çok güzel kullanmışlardır.

3. Eğitim ve örgütlenme etkinlikleri Naziler tarafından son derece etkin bir biçimde kullanılmıştır.

Özellikle çocuklar ve gençler arasındaki örgütlenmeye önem verilmiş, tüm toplum, milli eğitim olanakları kullanılarak gençler ve çocuklar aracılığıyla etkilenmiştir. Son kertede, beyinleri Nazi ideolojisiyle yıkanmış olan çocuklar ve gençler, kendi ailelerini ihbar etmek için bile kullanılmıştır.

4. Nazilere karşı çıkanlar yavaş yavaş temizlenmiştir.

Hitler karşıtları, komünistler dışında, hiçbir zaman örgütlenme ve güçlenme şansı bulamamışlar, teker teker tasfiye edilmişlerdir. Naziler, örgütsüz grupların, bireylerin ilgisizliğinden, demokratik bilincin yetersiz oluşundan çok büyük ölçüde yararlanmışlardır.

Başta Hitler'e destek vermiş olan ama sonradan onun zulmüne karşı çıktığı için toplama kamplarına yollanan Alman Protestan Rahip Friedrich Gustav Emil Martin Niemoller'e atfedilen şu sözler süreci çok iyi özetlemektedir:

"Önce komünistler için geldiler.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü ben komünist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü ben sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü ben Yahudi değildim.
Sonra Çingeneler için geldiler.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü ben Çingene değildim.
Sonra benim için geldiler.
Kimse sesini çıkarmadı.
Çünkü ses çıkaracak kimse kalmamıştı."

5. Zulmün Yahudi soykırımıyla doruk noktasına çıkmasında, İkinci Dünya Savaşı çok önemli bir rol oynamıştır.

Ülkenin bir "savaş durumu" içinde bulunması, her türlü millliyetçi duyguların aşırı biçimde kullanılmasına, "ihanet" kavramı üzerine dayalı propagandanın muhalefeti bütünüyle susturmasına yardımcı olmuştur. Naziler savaş koşullarını, tüm toplumu boyundurukları altına almakta tam bir araç olarak kullanmışlardır.

Orduyu, kendi polis örgütleri olan SS'ler aracılığıyla tam bir siyasal denetime almış ve doğrudan doğruya sadece savaşa odaklanmasını sağlamışlardır.

6. Siyasal ve toplumsal propaganda en ileri tekniklerle, en yaygın ve en şiddetli biçimiyle, toplumun beyninin yıkanması için kullanılmıştır.

Bu çerçevede radyo, önemli bir iletişim kanalı olarak Naziler tarafından çok iyi kullanılan bir araç olmuştur. Başında Goebbels'in olduğu bir Propaganda Bakanlığı kurulmuş ve bu bakanlık bütün iletişim kanallarını denetleyerek tüm toplumu boyunduruğu altına almıştır.

7. Toplu cinayetler, toplama kampları, gaz odaları, fırınlar, toplumda açık ve şeffaf biçimde, meşru ortamlarda tartışmaya konu edilmemiştir.

Bu konudaki çabalar derhal engellenmiş, cinayetlerin üstü örtülmeye çalışılmıştır. Böylece pek çok kişinin "Görmedim", "Duymadım", "Bilmiyorum" gibi bahanelere sığınarak ilgisiz kalması sağlanmıştır.

8. Dönem, Avrupa'da ve özellikle de Almanya'da ırkçılık felsefelerinin yükseliş dönemidir.

Hitler tüm ideolojisini Alman ırkının üstünlüğüne dayamıştır. Soykırım, temel olarak asil ve yüce bir değer biçiminde takdim edilen "Germen ırkçılığından" kaynaklanan bir uygulama olarak sunulmuştur. Yahudi soykırımının arkasında "Üstün Irk" ideolojisi, Germen ırkçılığı vardır.

9. Almanlara yeni bir "Dünya Devleti" ve "Dünya Düzeni" vaadi, Hitler'in en etkili ideolojik silahı olmuştur.

Toplumsal çapta uygulanan soykırım, ülke sınırlarını da aşan daha büyük ve daha yüce bir "evrensel dünya düzeni" çerçevesinde ele alınmıştır. İnsanların tarih ve "insanlık" bilinci, "Germen ırkçılığı" çerçevesinde yeni bir tarih ve yeni bir insanlık ideali adına saptırılmış ve zulüm için kullanılmıştır.

10. Adalet sistemi "Germen ırkçılığı" çerçevesinde yeniden düzenlenmiştir.

Yargı sistemi ve yargıçlar, "Nasyonal Sosyalizmin" birer uygulayıcısı, birer ajanı haline getirilmiştir. Yargıçların, kendilerini "Führer'in yerine koyarak karar vermeleri" istenmiştir.

11. Bilimin, sanat ve kültürün her alanı, adaleti de kapsayacak bir biçimde bu "yeni ideoloji", "yeni dünya düzeni" çerçevesinde yönlendirilmiş, toplum, bu kanallar aracılığıyla da manipüle edilmiştir. Sinema, mimari gibi alanlar bile yeni Nazi İmparatorluğu'nun birer simgesi, birer "ideoloji taşıyıcısı" haline getirilmiştir.

12. Yahudi "tehlikesi", evrensel bir "dünya tehdidi" olarak ele alınmıştır.

Bu "tehlike" (!) sadece dinsel ve tarihsel olarak değil, güncel ve siyasal olarak da, gerektiğinde yapay düzenlemeler ve sahte eylemlerle de desteklenerek büyütülmüştür.

İktidar, üzerinde anayasal, demokratik, kurumsal denetimlerin olmadığı bir toplumda, yalnız ve korumasız kalan halkın bir bölümünü korkutarak, bir bölümünü satın alarak, bir bölümünü de ikna ederek, gayrimeşru iktidarını demokratikmiş gibi yutturabilir.

Üstelik Naziler, ünlü Reichstag komplosuyla iktidarlarını perçinleyen seçimlere de muhalefeti tasfiye ederek gitmişlerdir.

Zaten bir kez iktidara geldikten sonra çeşitli komplolar, baskılar ve propagandalarla toplumu yönlendirmişler, bu arada sıkı bir örgütlenmeyle eğitimi ve orduyu denetime almışlardır. Bütün bu yaptıklarını da, "seçilmişlerin" meşruiyeti adına ve siyasal iktidar-devlet özdeşliği içinde "devlet olarak" halka zorla da olsa benimsetmişlerdir.

Nitekim, Batı demokrasileri, Nazilerin demokrasiyi bu biçimde yozlaştırmasından ve zulüm aracı yapmasından ders almış, bir daha böyle bir saptırmanın ve zulmün yaşanmaması için anayasa mahkemeleri başta olmak üzere pek çok anayasal denetim mekanizması getirmiştir. Tabii bunların başında da yargı bağımsızlığı gelir.

Unutulmamalıdır ki Hitler ve Humeyni de yargıyı ele geçirdikten sonra iktidarlarını iyice pekiştirmiş ve demokrasiyi rafa kaldırarak kendi rejimlerini kurmuşlardır.

Günümüz demokrasilerinde, kazanılan hiçbir seçim veya hiçbir referandum, iktidarların bağımsız yargı üzerinde egemenlik kurmalarını meşru kılamaz! Hiçbir seçim, hiçbir referandum, muhalefet hakkını yok edemez! Hiçbir seçim, hiçbir referandum, bu iktidarın zulmünü meşru kılamaz!

Zalim iktidarlar, seçimlerin ya da referandumların arkasında saklanamaz; sadece seçime ya da referanduma dayalı demokrasi olamaz!
.
Nazi Deneyimi - Emre Kongar

23 Nisan 2014 Çarşamba


"Efkâr ettiğimiz şey, memleketin hâlidir; 
Sanmam hemşerim, sanmam bundan acısı olsun.." 

Cahit Sıtkı TARANCI

23 Nisan’da Türkiye manzarası: 8 milyon 397 bin çocuk işçi

Fotoğraf: 23 Nisan’da Türkiye manzarası: 8 milyon 397 bin çocuk işçi

23 Nisan 2014 
23 Nisan Çocuk Bayramı vesilesiyle “Türkiye’de çocuk işçiliği gerçeği” raporunu açıklayan DİSK-AR, dünyada her 5 çocuktan birinin çalışmak zorunda bırakıldığı belirtilirken, Türkiye’de ise 5-17 yaş arası toplam çalışan çocukların sayısının 8 milyon 397 bine ulaştığını vurguladı

Raporda, 2013 yılında en az 59 çocuk işçinin ise iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği kaydedildi. Son on yıl da AKP’nin sermaye politikaları sonucunda çocuk işçi sayısı %50 arttı. İstihdamın çocuk emeği üzerinden büyüdüğü bu dönemde, 4+4+4 yasası ile çocuk işçi yaşı fiilen 13′e düşürüldü.

cocuk-isci

DİSK-AR, 23 Nisan Çocuk Bayramı nedeniyle, “Türkiye’de çocuk işçiliği gerçeği” raporunu açıkladı. Çocuk işçiliğinin, insani gelişim açısından ciddi bir sorun olarak görüldüğü raporda, çalışan çocukların önemli oranda eğitim hakkının da gasp edildiği ifade edildi. Dünyada her 5 çocuktan birinin çalışmak zorunda bırakıldığının belirtildiği raporda, ” Bu çocuklar sağlıklı bir çevreden ve temel özgürlüklerden de mahrum kalmakta, fiziksel, sosyal, kültürel, duygusal ve eğitsel gelişime zarar veren koşullarda çalıştırılmaktadır” denildi. Çocuk işçilerin ücretsiz işçi ya da ucuz işgücü olarak en çok sömürülen kesimi oluşturduğunun altının çizildiği raporda, çocuk işçiliğinin ortadan kaldırılması için emekten yana programlara ihtiyaç olduğu tespiti yapıldı.

Çocuk işçi sayısı son 10 yılda %50 arttı

Türkiye’de 1999-2006 yılları arasında istihdam edilen çocuk sayısının 2 milyon 270 binden, 890 bine düştüğünün ifade edildiği raporda, “Ancak 2006-2012 yıllarında çocuk işçiliğinde azalma eğilimi dururken, özellikle tarım kesimindeki artış ile birlikte çocuk işçi sayısı tekrar arttı. 2012 yılında çocuk işçi sayısı 893 bine ulaştı. TÜİK istatistiklerinden yapılan hesaplamaya göre, istihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 1999 yılında 4 milyon 447 bin iken, 2006 yılında 6 milyon 540 bine ulaştı. 2012′de ise yaklaşık 1 milyon kişi artarak 7 milyon 503 bine yükseldi. Böylece, 5-17 yaş arası toplam çalışan çocukların (istihdama katılan ve ev içinde çalışan) sayısı 8 milyon 397 bine ulaştı. Toplamda çalışan çocukların tüm çocuklara oranı ise 1999′dan bu yana yüzde 41′den yüzde 56′ya çıktı” denildi.

İstihdam artışı çocuk emeği üzerinden

Yoksulluk ve eğitim politikalarının çocuk emeğinin acımasız döngüsünü besleyen unsurlar olduğu tespitinin yapıldığı raporda, dünya genelinde çocuk işçilerin yüzde 60′ının (129 milyon) tarım sektöründe olduğu belirtildi. Tarım sektörünün meslek hastalıkları ve iş kazaları açısından en tehlikeli sektörlerden birisi olduğuna dikkat çekilirken raporda, “En kötü biçimlerde çalışan çocukların 3′te 2′si ücretsiz aile işçileridir” denildi. Türkiye’de 2012 verilerine göre, 2006 yılından bu yana ücretsiz aile işçisi çocuk işçilerin, toplam çocuk işçiler içerisindeki oranının yüzde 41′den yüzde 46′ya, sayısının ise 362 binden 413 bine yükseldiğinin ifade edildiği rapora göre, tarım sektöründe çalışan çocukların sayısı da 73 bin kişi artarak 326 binden 399 bine, toplam çocuk işçilere oranının ise yüzde 37′den yüzde 45′e ulaştığı belirtildi. Rapora göre, tarımdaki istihdam artışının yüzde 66′sı ve ücretsiz aile işçilerindeki artışın yüzde 90′ınını 6-14 yaş arası çocuklar oluşturuyor.

2013 yılında en az 59 çocuk iş cinayetine kurban gitti

Dünya genelinde istihdam içindeki çocukların sayısının ise 264 milyon olarak ifade edildiği raporda, çocuk işçi sayısı ise 168 milyon olarak belirtildi. Dünya genelinde çocuk işçiliği sayısında azalış olduğunun belirtildiği raporda, “Ülkelere göre gelir düzeyi arttıkça çocuk işçiliği azalmaktadır” dedi. Rapora göre, okula devam ederken çalışan çocukların sayısı ise 2006-2012 yılları arasında yüzde 64 oranında artarak, 272 binden 445 bine yükseldi” ifadesini kullandı.

4+4+4 yasası, çocuk işçiliğin yaygınlaşma yaşını fiilen 13′e düşürdü

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre 2013 yılında yaşamını yitiren bin 235 işçinin 59’unun çocuk işçi olduğu da anımsatılan raporda, 4+4+4 yasası ile zorunlu ilköğretim yaşı 6-13 yaş aralığına çekilmesinin çocuk işçiliğinin yaygınlaşma yaşını fiilen 13’e düşürdüğü savunuldu.

Sendika.Org

http://www.sendika.org/2014/04/23-nisanda-turkiye-manzarasi-8-milyon-397-bin-cocuk-isci/
23 Nisan’da Türkiye manzarası: 8 milyon 397 bin çocuk işçi
23 Nisan 2014
23 Nisan Çocuk Bayramı vesilesiyle “Türkiye’de çocuk işçiliği gerçeği” raporunu açıklayan DİSK-AR, dünyada her 5 çocuktan birinin çalışmak zorunda bırakıldığı belirtilirken, Türkiye’de ise 5-17 yaş arası toplam çalışan çocukların sayısının 8 milyon 397 bine ulaştığını vurguladı

Raporda, 2013 yılında en az 59 çocuk işçinin ise iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği kaydedildi. Son on yıl da AKP’nin sermaye politikaları sonucunda çocuk işçi sayısı %50 arttı. İstihdamın çocuk emeği üzerinden büyüdüğü bu dönemde, 4+4+4 yasası ile çocuk işçi yaşı fiilen 13′e düşürüldü.

cocuk-isci

DİSK-AR, 23 Nisan Çocuk Bayramı nedeniyle, “Türkiye’de çocuk işçiliği gerçeği” raporunu açıkladı. Çocuk işçiliğinin, insani gelişim açısından ciddi bir sorun olarak görüldüğü raporda, çalışan çocukların önemli oranda eğitim hakkının da gasp edildiği ifade edildi. Dünyada her 5 çocuktan birinin çalışmak zorunda bırakıldığının belirtildiği raporda, ” Bu çocuklar sağlıklı bir çevreden ve temel özgürlüklerden de mahrum kalmakta, fiziksel, sosyal, kültürel, duygusal ve eğitsel gelişime zarar veren koşullarda çalıştırılmaktadır” denildi. Çocuk işçilerin ücretsiz işçi ya da ucuz işgücü olarak en çok sömürülen kesimi oluşturduğunun altının çizildiği raporda, çocuk işçiliğinin ortadan kaldırılması için emekten yana programlara ihtiyaç olduğu tespiti yapıldı.

Çocuk işçi sayısı son 10 yılda %50 arttı

Türkiye’de 1999-2006 yılları arasında istihdam edilen çocuk sayısının 2 milyon 270 binden, 890 bine düştüğünün ifade edildiği raporda, “Ancak 2006-2012 yıllarında çocuk işçiliğinde azalma eğilimi dururken, özellikle tarım kesimindeki artış ile birlikte çocuk işçi sayısı tekrar arttı. 2012 yılında çocuk işçi sayısı 893 bine ulaştı. TÜİK istatistiklerinden yapılan hesaplamaya göre, istihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 1999 yılında 4 milyon 447 bin iken, 2006 yılında 6 milyon 540 bine ulaştı. 2012′de ise yaklaşık 1 milyon kişi artarak 7 milyon 503 bine yükseldi. Böylece, 5-17 yaş arası toplam çalışan çocukların (istihdama katılan ve ev içinde çalışan) sayısı 8 milyon 397 bine ulaştı. Toplamda çalışan çocukların tüm çocuklara oranı ise 1999′dan bu yana yüzde 41′den yüzde 56′ya çıktı” denildi.

İstihdam artışı çocuk emeği üzerinden

Yoksulluk ve eğitim politikalarının çocuk emeğinin acımasız döngüsünü besleyen unsurlar olduğu tespitinin yapıldığı raporda, dünya genelinde çocuk işçilerin yüzde 60′ının (129 milyon) tarım sektöründe olduğu belirtildi. Tarım sektörünün meslek hastalıkları ve iş kazaları açısından en tehlikeli sektörlerden birisi olduğuna dikkat çekilirken raporda, “En kötü biçimlerde çalışan çocukların 3′te 2′si ücretsiz aile işçileridir” denildi. Türkiye’de 2012 verilerine göre, 2006 yılından bu yana ücretsiz aile işçisi çocuk işçilerin, toplam çocuk işçiler içerisindeki oranının yüzde 41′den yüzde 46′ya, sayısının ise 362 binden 413 bine yükseldiğinin ifade edildiği rapora göre, tarım sektöründe çalışan çocukların sayısı da 73 bin kişi artarak 326 binden 399 bine, toplam çocuk işçilere oranının ise yüzde 37′den yüzde 45′e ulaştığı belirtildi. Rapora göre, tarımdaki istihdam artışının yüzde 66′sı ve ücretsiz aile işçilerindeki artışın yüzde 90′ınını 6-14 yaş arası çocuklar oluşturuyor.

2013 yılında en az 59 çocuk iş cinayetine kurban gitti

Dünya genelinde istihdam içindeki çocukların sayısının ise 264 milyon olarak ifade edildiği raporda, çocuk işçi sayısı ise 168 milyon olarak belirtildi. Dünya genelinde çocuk işçiliği sayısında azalış olduğunun belirtildiği raporda, “Ülkelere göre gelir düzeyi arttıkça çocuk işçiliği azalmaktadır” dedi. Rapora göre, okula devam ederken çalışan çocukların sayısı ise 2006-2012 yılları arasında yüzde 64 oranında artarak, 272 binden 445 bine yükseldi” ifadesini kullandı.

4+4+4 yasası, çocuk işçiliğin yaygınlaşma yaşını fiilen 13′e düşürdü

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre 2013 yılında yaşamını yitiren bin 235 işçinin 59’unun çocuk işçi olduğu da anımsatılan raporda, 4+4+4 yasası ile zorunlu ilköğretim yaşı 6-13 yaş aralığına çekilmesinin çocuk işçiliğinin yaygınlaşma yaşını fiilen 13’e düşürdüğü savunuldu.

Sendika.Org

http://www.sendika.org/2014/04/23-nisanda-turkiye-manzarasi-8-milyon-397-bin-cocuk-isci/
Daha az göster

20 Nisan 2014 Pazar

YAŞAM VE ÖLÜM -2- / Mahmut Ayaz yazdı…


Çevremdeki yoz ve uyuz entel-dantel (entelektüel değil!) güruha
Yaşantılarınız ve aşklarınız parantez içine alınmış ünlem ve soru işaretleriyle, üstü çizilmiş satırlarla dolu bir müsvedde. Çıldırtan bir kısırdöngü. Bir yerlere gitmeye çalışırken, dönüp dolaşıp hep kendinize, yanlışlarla dolu kendinize çıkıyorsunuz. Çıkmaz sokak! Çıksa da, ya da çıksa çıksa yanlışlara çıkan çıkmaz sokak. Hiç kimseye çıkmıyor, hep kendinize çıkıyorsunuz. Biçim olarak değişseniz de, öz olarak hep aynı kalıyorsunuz. Eteklerinizde sakladığınız sabun köpüğü gibi ilişkileri/taşları dökün artık ve evinizin önünü süpürmeyi ihmal etmeyin artık. Yoksa bok götürecek sizi, yoksa boğulacaksınız.
 
Bedenin bedenle sevişmesi aşk değildir. Tenin tene sürtünmesiyle aşk yeşermez; öğrenin artık. Bedenin bedene aşkı, doyurulmamış şehvetten başka nedir ki? Bedenin şehvetini boşuna doyurmaya çalışmayın, ki, bedenin şehveti doyurulmaz. Bedenin şehvetinin doyumu hep anlıktır. Boş ve boşuna arayışlarda tenzil-i rütbeye uğramayın. Teninizi boşuna pörsütmeyin. Aslolan yüreğin şehvetinin doyurulmasıdır. Yüreğin şehvetini doyuracak biricik şey, gerçek sevgidir. Bedeninizi konuşturursanız nesne, yüreğinizi konuşturursanız özne olursunuz. Bedeninizin değil, yüreğinizin dilini konuşturun. İşte o zaman hayatın yüzüyle değil, hayatın özüyle örtüşürsünüz. Doyumsuz tenlerinize kezzap dökün artık. Kör yüreklerinizi ister bıçaklayın, ister parçalayın ama kanatın, sarsın ve tahrip edin. Şu kör, sağır ve dilsiz yüreklerinize ulaşın ve ona aşkı öğretin artık. Apış aralarınız değil, yürekleriniz ve beyinleriniz zonklasın artık.
 
Sizi, kendinizi öldürmeye davet ediyorum. Evet, yıkın, yerle bir edin kendinizi, öldürün, devirin, devrim yapın ve yeniden yaratın kendinizi. Varolan bir şeyi değiştirin demiyorum; bu reformizmdir. Yıkın ve yeniden yaratın. İşte bu devrimdir. Sizi devrime davet ediyorum. Her gün onursuzca öleceğinize, bir gün onurluca ölün ve yeniden dirilin onurunuzla.
 
Madalyonun iki yüzü: ölüş ve diriliş. Madalyonu ters çevirin. Bu davet, cinnete ve cinayete değil, cennete çağrıdır. Tanrının cenneti değil ama sizin cennetiniz. Tanrının cenneti gibi kendisi de yalandır, gerçek olan insandır ve insanın cennetidir/insanın kuracağı cennettir. Sizi kendinizi öldürmeye davet ediyorum. Yoksa kendinize ne yüzle bakacaksınız? Üç günlük ömürde üç kuruşluk yaşanmaz ki!
- 3 –
İnsana en çok koyan nedir, biliyor musun Arkadaşım? Her kulağa göre ağız olmayan, her ağıza göre kulak olmayan, nabza göre şerbet vermeyen, dürüstlüğü ve içtenliği yaşamının/ilişkilerinin temeline oturtmuş ve neredeyse soyu tükenmekte olan ve aslında koruma altına alınması gereken nev-i şahsına münhasır bir insana, insani vasıfları çoktan yitirmiş ve ahlaki değerleri terk etmiş birinin ya da birilerinin kalkıp etik değerler üzerine söylev çekmesi, ders vermeye kalkışması ya da çamur atması hangi akla, hangi mantığa, hangi insanlığa sığar? Adına insan denen canlı varlık dışında, hangi canlı varlık bu denli cahil ve aptal, bu denli zalim ve zorba, bu denli zayıf ve bağımlı ve bu denli alçak ve aşağılık olabilir? Yalancılık ve ikiyüzlülük başta olmak üzere, hemen her türlü aşağılık tavır ve davranış tarzı üzerine birbirleriyle yarışarak ittifak ediyorlar. Ah ülkem, sen cinnet ve cinayetler, etik ve estetik bir yıkım ülkesisin artık.
 
Yaşam, bu insanların nüfus cüzdanlarından ibaret. Nüfus cüzdanları, yani tek başınalıkları, adları, adresleri, doğdukları ve yaşadıkları kentler gibi yalnızlıkları… Bir kabile ruhuyla hareket eden bu güruh, birer yalnızlıklar kolonileri kurmuşlardır yalnızlıklarını inkar üzerine. Her kulağa göre ağız ve her ağıza göre kulak oluşları bundandır. İkiyüzlülüğe, yalana, sahteliğe sığınarak, yalnızlıklarını diğer yalnızlıkların yanına koyuyorlar. Diğer yalnızlıklarla her konuda müttefik oldukça da yalnızlıkları çoğalıyor. Bir yanlışı bir diğer yanlışla ortadan kaldırmak mümkün müdür Arkadaşım? Evet demenin kolaylığını, hayır demenin zorluğuna tercih edenler ve böyle diyerek başkalarını kazanırken kendilerini kaybedenler, bunu nereden ve nasıl bilebilirler ki! Siyasal, duygusal, düşünsel v.b. her açıdan körlüğün karanlığına yuvarlanmışlardan ne beklenebilir ki? Yalnızca bir şey beklenir ve de hep bunu yaparlar zaten; tuttuklarını bırakmazlar. Oysa tuttukları, yalnızlıklarını gidermek için yapıştıkları başka yalnızlıklardır. Bunu bilmezler. Çünkü görmezler. Hem de her açıdan ve güruh halinde kördürler. Tek kurtuluşları yalan yanlış ömürlerini kendilerince yaşayabildikleri kadar yaşamak, yani intiharı zamana yaymaktır. Kendini yitirmiş, kendisi olamamış ve durmadan başkası olan, sürünün nicel görkemiyle kendinden geçmiş olan ve yok olan bir müritten ne beklenebilir ki? Omuzlarının üzerinde kendi kafasını taşımayan insan, insan mıdır ya da ne kadar insandır Arkadaşım?
* * *
Hüznümü daha fazla kanatma artık Arkadaşım. Şu anda, şimdi dünyanın dört bucağında zalimler ortalığı kan ve ateşe boğarken, yani yüreğimi kan ve ateşe boğarken, bir de sen hüznümün kanını dökme Arkadaşım. Hüznümün kanının akması, içimdeki çocuğun gözyaşlarının akmasıdır. İçimdeki çocuğu daha fazla hırpalayıp örseleme Arkadaşım. Ben insan olmanın bedelini çoktan ödedim. Hem de çok ağır ödedim. Şimdi, bu bedeli çok ağır ödenerek kazanılmış insanı, çok basit, çok ucuz, çok çirkin, hatta çok bayağı bir üslupla karalamaya çalışmak hangi vicdana sığar ki Arkadaşım.

Ha sahi siz hiç insan olmayı denediniz mi? Denemediyseniz niçin bir ‘insana’ saldırıyorsunuz? Saldırıyorsunuz, çünkü insan değilsiniz. Çünkü, bir insanın varlığı size insan olmayışınızı anımsatıyor. İşte bu yüzden bir insana tahammül edemiyorsunuz. Onu yok ederek, kendinizi var etmeye çalışıyorsunuz. Oysa eğer onu yok ederseniz, kendiniz de her açıdan tamamen yok olacaksınız. İnsan olmanın da, insanlıktan çıkmanın da bir bedeli vardır ve herkes bu bedeli öder Arkadaşım! Siz sistemin mamûlü malûl mantaliteliler, siz hiçbir zaman başınız dik gezemeyeceksiniz. Zamanın zulmüne uğrayacak olan o utanmaz başınız, birer birer düşecek omuzlarınıza. Şimdilik hüküm veren ve hüküm süren sizsiniz. Başta hayatın olmak üzere, her şeyin profesörü ve profesyoneli sizsiniz! Size göre sizin dışınızdakiler amatör bile değil. Kiralık hüzünlere ve sahte neşelere boğulanlar, hüznün katmerlisini, neşenin içtenliklisini ve en alasını nereden ve nasıl bilebilirler ki? Satılanlar ve satın alanlar, kiraya verenler ve kiralayanlar beni anlamazlar. Onların gözleri kör, kulakları sağırdır. Onların, duyabilen ve görebilen tek organları apış aralarıdır. Sağılmayan süt kururmuş derler, sakın ha o pis sütünüzü kurutmayın. Desem de, demesem de kurutmayacak, hep birilerine o pis sütünüzü gururla sağdıracaksınız. Amma da gururluymuşsunuz. Gururun g’sinden bile habersiz olanların gururunu sevsinler.
* * *
Sen eskiden böyle değildin Arkadaşım. Sen eskiden utanırdın. Yüzün de, gözlerin de utanırdı. Zehir zemberek ağlamayı da, şen şakrak gülmeyi de bilirdin. Sen eskiden ne iyi insandın. Oysa şimdi insanın i’si bile yok. Ne çabuk yitirdin insanlığını? Ne çabuk öldün?! Bir insan bu kadar çabuk, bu kadar kolay ölebilir mi? Bir insan insanlığını bu kadar çabuk yitirebilir mi? Yitirebiliyorsa o zaman insan değildir. Kendisini insan diye yutturan da insan değildir. İnsana hakaret eden, insana iftira eden, insanı inkar eden, adını koyamadığım bir varlıktır. İnsanlık dışı tüm semptomların mevcut olduğu bir varlıktır. Yüzü kızaran tek varlık hangisidir? Utanmayana, yüzü kızarmayana insan denir mi Arkadaşım?
* * *
Niçin bu kadar çamaşır değiştiriyor ve niçin her çamaşırınızı saklıyorsunuz? Ne kadar yıkasanız da çamaşırlarınız kirlidir! Biliyorsunuz. Bildiğiniz halde durmadan yıkıyorsunuz. Boş ve boşuna bir çaba! Bunu da biliyorsunuz. Her şeyi bile bile yapıyorsunuz. Her şeyi bile bile niçin yapıyorsunuz? Hem bunu, bütün (kirli ya da kirsiz) çamaşırlarınız apaçık ortadayken yapıyorsunuz. Tüm bunları niçin yapıyorsunuz? Kayıplarınızı kazanç göstererek ne kazanıyorsunuz? Kazandığınızı sandıkça kaybediyorsunuz. Hep kaybedeceksiniz. Siz hiç insan olmadınız ki. Azerice deyimle, siz iki eşeğin arpasını bile bölemiyorsunuz. İki eşeğin arpasını bölemeyenler, bırak yüreğini tamamen vermeyi, yüreklerini nasıl bölebilirler ki? Bölüşmenin, paylaşmanın hazzını siz nereden bileceksiniz! Çok ama çok ucuz çıkarsal kaygıların ve korkuların bataklığında çırpınan ve herkesi aptal sanan salak kurnazların başta aşk olmak üzere tüm ilişkileri hesaplı-kitaplı birer alışverişten başka nedir ki? Durmadan, usanmadan sinsice üstünü örtmeğe çalıştığınız irinli yaralarınızdan, incinmiş onurunuzdan, kurumuş, kusmuklaşmış, kurumlaşmış bunalımlarınızdan, hiç gerçekleşmemiş ve gerçekleşmeyecek olan düşlerinizden, utanç denen duygunun bir kez olsun yansımadığı yüzlerinizden, eşsiz ve çocuksuz geçen kronik sevgisiz ve kısır hayatlarınızdan ne kalacak geriye? Yıkıntılar üretmekten başka ne yaptınız ki? Yaşadıklarınız, kurumuş bir bok enkazı olarak anımsanmaya değdi mi bari?
Yaşantılarınızın, yaşamlarınızın ve onurlarınızın bok enkazı altında kalmasına değdi mi Arkadaşım?
 
Mahmut Ayaz
telgrafhane.org

18 Nisan 2014 Cuma



"Bir insan kişisel çıkarlarından başka hiçbirşeyle ilgilenmiyorsa, 
toplumsal bir güzellik için hayatında hiçbir özveride bulunmamışsa,
cebinde katlı duran bir şiiri iki insana okumamışsa , üşüyen birinin üzerini 

örtmemişse ve hep "Zararsız" ve hep "Yararsız" yaşamışsa iyi olabilir mi hiç! 
İyi olmanın da bir şerefi vardır ve herkes duyarlılığı, ahlakı, bilinci kadar iyidir."
...
Yılmaz ODABAŞI









17 Nisan 2014 Perşembe

KONSTANTİN MİHAVLOVİÇ SİMONOV




























KONSTANTİN SİMONOV
"Bekle Beni" diye yazmış Konstantin Simonov, hayatının en büyük ve muhtemelen tek aşkına. Alman uçaklarının bombardımanı altında, karlı cephelerde, korku etrafta kol gezerken, herkes kendilerinden ümidi kesmişken ve uzaklarda normal hayatlar yaşanırken, aşkın en uzak olması gereken savaş alanlarından sevgilisine haykırmış "Bekle Beni" diye. 


Konstantin Simonov, II. Dünya Savaşı sırasındaki meşhur Stalingrad savunmasında yer alan, asıl mesleği makina mühendisliği olup gazetecilik ve edebiyata gönül vermiş bir Rus. 1943'te evlendiği Valentina Serova'ya deliler gibi aşık, hem de onu bir tren istasyonunda ilk kez gördüğü günden itibaren. Serova o zamanlar Rus sinemasının yeni yeni parlayan yüzlerinden biri. Yukarıda bahsedilen şiir, Simonov karısını geride bırakıp da cepheye gitmek zorunda kalınca, ona duyduğu özlemin ateşiyle yazılıyor ve ilginç ve beklenmedik bir şekilde yayılıyor. Simonov şiiri izne giden bir askerle karısına gönderiyor. Asker şiiri Simonov'un çalıştığı gazeteye götürüyor ve gazete de şiiri beğenerek yayımlıyor. Daha sonra ağızdan ağıza yayılarak değişik melodilere bürünüyor, hepsi hüzünlü pek çok şarkıya güfte oluyor. Şarkılar öyle popüler oluyor ki, Simonov mektubunun gidip gitmediğini bile bilmezken, bir gün cephede kendi şiirinin bestelenmiş halini bir askerin ağzından duyuyor.

Lemi Özgen’in K Dergisi’ndeki yazısı:

‘Simonov, yaşadığı süre boyunca sevmekten bir an bile vazgeçmediği Valentina Serova’yı ilk kez Moskova yakınlarında bir tren istasyonunda gördü. O zamanlar 21 yaşında ve Sovyet sinemasının oldukça ünlenmiş bir sanatçısı olan Serova, sarı saçlı, ince ve uzun boylu, güzel bir kadındı. O yaz günü Moskova yakınlarındaki Kolomenskoye istasyonunda tesadüfen Valentina’yı gören Simonov, genç kadına hemen o anda vurulduğunu hep anlattı. 

Simonov’un anlattığına göre, ‘Bolahnin dantelleri ve Gorodets işlemeleriyle süslü gök mavisi bir elbise giymiş olan Valentina, uçuşanları saçları, yaramazca havalanan eteği ve boynundaki beyaz inci gerdanlığıyla’ çok güzel bir kadındı ve ona áşık olmamak imkansızdı. 1943’de evlendiler. Simonov, Valentina’ya ‘Senin yüzün benim kaderim’ diyordu ve bu kaderi severek yaşıyordu. 

Sonra savaş yılları geldi. Simonov, cephelerde kanlı savaşların içinde Valentina’ya yazmayı hiç aksatmadı. Bekle Beni’den sonra Seninle ve Sensiz, Kızma Yazarsam adlı uzun şiirlerini hep bu dönemde ve tabii Valentina Serova için yazdı. Bunları gönderip gönderememek, Valentina’nın bunları okuyup okumaması değildi önemli olan. Önemli olan onun Valentina’ya olan aşkını her gün, her dakika, her sabah, her akşam fısıldayabilmesiydi. Gerisi önemsizdi ve Simonov daha sonra da söylediği gibi, bunu yapamazsa çıldıracağını biliyordu. 

Savaş bitti. Simonov, Valentina’nın yanına döndü. Bazı şeylerin yolunda gitmediğini de işte ilk kez o günlerde anladı. Yaşam, insanlar, ilişkiler zaten değişmek zorundaydı ve savaş bu değişimi daha da hızlandırmıştı. Valentina, Sovyet sinemasının en ünlü yıldızlarından biriydi artık. Simonov ise sanki Stalingrad cephesinde yaşıyordu hálá. Uğruna ölümlere gidip geldiği, sadece ona kavuşmak umuduyla hayatta kalabildiği bu kadını artık pek tanıyamıyordu. O hálá ılık bir yaz gününde muzip bir rüzgarın eteklerini havalandırdığı, sarı saçlı bir kadın görmek istiyordu ama göremiyordu. 

Nedir, aşkından ve sevgisinden de asla vazgeçmiyordu. Valentina’nın dedikodulara yol açan bir hayat sürmesi, ortalıkta bazı yakışıklı sinema aktörlerinin adının dolaşması da Valentina’ya olan aşkını zerre kadar azaltmıyordu ama bir insan olarak etkilenip günün birinde bu canı kadar sevdiği kadını incitebileceğinden de korkuyordu. 

Belki de böyle bir şey yapmamak, Valentina’yı kırmamak için 1957’de hiçbir açıklama yapmadan onu terk etti. Simonov, bir zamanlar beklemesi için yalvardığı kadını karlı bir Moskova sabahı bırakıp gitti ve bir daha hiç geri dönmedi. 

Yazmayı yoğunlaştırdı. Albayın Aşkı, Savaşsız Yirmi Gün, Günler ve Geceler, Savaş Günleri, İnsan Asker Doğmaz ve Silah Arkadaşları gibi kitapları yazdı. Sovyet Yazarlar Birliği Başkanı seçildi. Türkiye de dahil birçok ülkeye gitti. 

Valentina Serova 1975 yılında öldü. Simonov cenazeye katılmadı. Ertesi sabah Serova’nın mezarının üzerinde bir saksı içinde mavi hareli, sarı yapraklı bir hercai menekşe çiçeği bulundu. Kırmızı saksıya küçük beyaz bir kağıt yapıştırılmıştı ve kağıtta işlek bir el yazısıyla ‘Zhdi Meny’ yani ‘Bekle beni’ yazıyordu. Bu çiçeği kimin bıraktığı ve küçük notu kimin yazdığı daha sonraki günlerde Simonov’a defalarca soruldu. Simonov her defasında acı bir gülümsemeyle yetindi ve cevap vermedi. Yıllar önce ‘Sağ kalışımın sırrını yalnız senle ben bileceğiz, bütün sır senin beklemeyi bilmende’ diye yazmıştı ve sevdiği kadın da onu beklemişti. Şimdi bekleme sırası ondaydı. 

Konstantin Mikhailovich Simonov, 28 Ağustos 1979’a kadar bekledi. 

Sonra kendisini bekleyen sevdiği kadının yanına gitti. 


Kaynak:İlham avcısı,K Dergisi

Bekle beni, döneceğim
Bütün direncinle bekle beni.
Bekle hüzün yağmurları
Gökyüzünü kaplayınca,
Karakış üşütürken bekle,
Sarısıcaklar yakarken bekle.
Kimseler beklemezken bekle beni,
Unut anılarla yüklü bir geçmişi
Ne bir mektup ne bir haber
Gelmesin ne çıkar, bekle beni
Bekle beni döneceğim
Bekle, yalnızca sen bekle beni.
Bekle beni döneceğim, bırak
Beklemekten usanmış dostlarım
Oğlum, anam, yoldaşlarım
Öldüğümü sansınlar benim
Umudu kesip bir ateşin başında
Beni yadedip içsinler ama sen
İçme sakın yürek acısı o şaraptan
İnançla, sabırla bekle beni.
Bekle beni, döneceğim
Tüm ölümlere inat bekle.
Çünkü o büyük bekleyişin
Düşman ateşinden kurtaracak beni.
Bekle kızgın sıcaklar içinde,
Karlar savrulurken bekle beni,
Yalnızca seninle ben, ikimiz
Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz;
O sırrı, o hiç kimsenin bilmediği.
Kimseler beklemezken
Beni beklediğini.

KONSTANTİN SİMONOV






















İçinde müzik olmayan insan, tatlı seslerin uyumuyla heyecanlanmayan insan; 
hainliklere kötü hilelere yağma ve yıkımlara yatkındır 
Ruhunun içgüdüleri geceler kadar uyuşuktur 
ve duyguları cehennem kadar karanlıktır.


William Shakespeare

14 Nisan 2014 Pazartesi

Orhan Veli Kanık, ölümsüzleştiğinde yüreğinde sevdiği bir kadın, cebinde 28 kuruş olan şair

Orhan Veli Kanık, ölümsüzleştiğinde 
yüreğinde sevdiği bir kadın, cebinde 28 kuruş olan şair

10 Kasım 1950 akşamıydı. Ankara’daydı… İncecik yapılı, uzun boylu genç bir adam, aklında ve dilinin ucunda sözcükleri, yanından hiç eksik etmediği hüznünü yüklenmiş, karanlık yolda yürüyordu… Karanlığın içinde Ankara belediyesinin kazdırmış olduğu çukuru görmedi ve düştü. Başından yaralanmıştı. Aldırmadı… Bir iki gün sonra İstanbul’a geldi. Zaten o sıralar, aklı fikri hep İstanbul’a gitmekteydi. Bağlandığı kadın İstanbul’daydı… İstanbul’a geldi ve 14 kasım akşamı, yemek yerken olduğu yerde yığıldı kaldı… Genç adama alkol tedavisi yapıldı. Oysa o sırada genç adam, beyin kanaması geçiriyordu. O gece hayata gözlerini yumdu. 36 yaşındaydı. Yüreğinde sevdiği bir kadın, cebinde 28 kuruş vardı.

FOTOĞRAF Dört kişi parkta çektirmişiz,/ Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi…/ Anlaşılan sonbahar/ Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli/ Yapraksız arkamızdaki ağaçlar…/ Babası daha ölmemiş Oktay’ın,/ Ben bıyıksızım,/ Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış./ Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;/ Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?/ Oysa hayattayız hepimiz./ Melih Cevdet ANDAY
Fotografta yer alan kişiler Orhan Veli’nin yaşamı boyunca dostları olarak kaldılar. Soldan sağa: Orhan Veli, Şinasi, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday.

Orhan Veli, askerlik yaptığı dönemde hayatını şöyle özetlemiştir: “1914′te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13′te Oktay Rifat’ı, 16′da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18′de rakıya başladım. 19′dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25′te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim”.

?Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunmalıdırlar ki Orhan Veli de bu dönüm noktalarından birindedir.? Vedat Günyol

?Dünya şairleri arasına en kolay katılabilecek şairlerimizden biri de Orhan Veli’dir. Rumeli Hisarı’nda yeniden türkü söylemeye başlayan bu garip kişi Türkçe’yi insanca söylemesini biliyordu.? Sabahattin Eyüboğlu

?Genç şair ve eleştirmeciler onun için bir kaç kitap yazsalar çok yerinde olur. Aradan bir on sene geçsin, kıymeti daha çok anlaşılacak gibime geliyor. Bir genç şair eleştirmecinin onu uzun uzun, seve seve bize anlatmasını bekliyorum.” Sait Faik

?Okuyun, o şairleri okuyun: yarın herkese uyarak anlayacağınıza şimdi kendiniz keşfedin.? Nurullah Ataç

?Orhan Veli çok daha ileriye bir adım attı: şiirin kendi öz bir dili, bir vezni olmadığı gibi kendine öz konuları da olmayacağını gösterdi.?
Nurullah Ataç

?Orhan Veli?nin kavgası edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi. Şiire kasket giydirdi. Sivilleştirdi onu. Bugünkü şiir verimleri onun da verimleridir biraz.? Cemal Süreya

?Her tümce bir yana, açık havanın ozanıdır Orhan Veli her anlamda. Caddeler genişledi, kitaplar inceldiyse Çalap?ın işi değildir bu. Geleceğe doğru süren bir şimdinin şiir etkisi. Yalnızca gam değişikliği de değil, hep Atonal. Orhan veli olayı da olaylılığını yitirmiştir artık. Şiiri ise kalmıştır görünüyor, geniş açıdan bir deyişle.” Ece Ayhan

?…, Orhan Veli de dünyamıza, hele bugünkü dünyamıza yakışmayan insanlardandı. Bir masal oldu şimdi. Belki de günün birinde Nasrettin Hoca, Karacaoğlan, Yunus Emre gibi efsaneleşecek. Beklide gökyüzünü maviye boyayanın o olduğuna inanacaklar. Kirli gök yüzüne bakınca ?bu sabah Orhan Veli tembellik etmiş? diyecekler.? Oktay Akbal

“Onu her yıl anmaktan bir fayda çıkmaz gibi geliyor bana. Genç şair ve eleştirmeciler onun için bir kaç kitap yazsalar çok yerinde olur. Aradan bir on sene geçsin, kıymeti daha çok anlaşılacak gibime geliyor. Her sene anmak, onu biraz aktüel yapıyor ve yaşayan şairlerin kıymeti ile kıymetlendiriyoruz. Halbuki aramızdan ayrılan şairi başka türlü kıymetlendirmek gerekir. Düşmanlıkları ve kıskançlıkları üstüne çekmek lazım. O, kavgaların ve kıskançlıkların ötesindedir. Bir genç şair eleştirmecinin onu uzun uzun, seve seve bize anlatmasını bekliyorum.” Sait Faik Abasıyanık

Orhan Veli?den Kısa Kısa:

?Aleyhimde yazılan yazıların, lehimdekilerden fazla olması beni memnun eder.?
(Oktay Akbal’a söylemiştir)

?Yazdıkça fark ediyorum; Garip?in müdafaasına kalkışmış gibi bir halim var. Garip?i kimseye karşı değil, kendime karşı müdafaa etmek isterim. Bunun, etrafımı hiçe sayışımdan geldiğini de sanmayın. Garip?i başkalarından evvel kendime karşı müdafaa etmek isteyişim, ondaki kusurları, başkalarından çok, kendim bildiğim içindir.?
( İstanbul, Nisan 1945 ? Garip 2. baskı önsözünden)

?Bir aralık, bir arkadaşım ?sanat bahislerinde aksini isbat edemeyeceğim mesele yoktur? demişti. Aksi isbat edilemeyecek mesele yoktur demek isbat edilecek mesele yoktur demektir. Mademki isbat edilecek mesele yok; ne diye düşünüyor, ne diye konuşuyor, ne diye yazıyoruz? Sanattan bahsetmek de, sanatla uğraşmak gibi, kaçınılmaz, şifa bulunmaz bir hastalık mı yoksa?”
( İstanbul, Nisan 1945 ? Garip 2. baskı önsözünden)

?Bir insan bu arada da bir sanat adamı, ferdi olabilir mi? Biraz güç. Toplum içinde yaşayan insan ister istemez toplumsal olmak zorundadır. Toplumun dışına çıkmak ? istese de istemese de ? elinden gelmez. Ama ferdi kelimesini icat eden de o değimlidir. Yani o toplum içinde yaşayan insan, toplum içinde yaşadığı için de toplumsal olması gereken insan değil midir?”
(Şiir ve Toplum)

? ?Sanat sanat için midir, yoksa toplum için midir?? der dururuz. Elbette toplum içindir. Toplum için olmayan bir şey yok ki, sanat olsun. Ama sanatın toplum için olması ne demek. Yani sanat toplumun meselelerini alsın, bunları halletsin, sonuçlarını da halka ildirsin öyle mi? Bunu pek kabul edemiyorum. Çünkü o işleri yapmak için elimizde başka araçlar var. Mesela edebiyat. Edebiyatla sanatı birbirinden ayırıyor musun diyeceksiniz. Birdenbire ayırmıyorum; ama ayırmak lazım geldiğine de inanıyorum.?
(Şiir ve Toplum)

Orhan Veli yaşadığı çağda her zaman ilerici tavrını koruyarak ve geliştirerek insanlık tarihinde unutulmaz yerini onurluca almıştır. Örneğin, Ankara’da, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalışırken 1947′de, Hasan Âli Yücel’in yerine Reşat Şemsettin Sirer’in bakan olarak atanması üzerine, Milli Eğitim Bakanlığında “antidemokratik bir hava” esmeye başladığını söyleyerek, görevinden istifa etmiştir.

*”Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Nazım Hikmet’in hapisten kurtarılması için açlık grevi yapmış ve bu yolda yazılar yayımlamışlardır. Tüm bu eylemler Kudret ve Ulus gazetelerince “Vatan hainliği ve Moskova uşaklığı” olarak yorumlanmıştır. Bu tepkilere karşılık açlık grevini ikinci gün bitirip Yaprak Dergisi’nin 15.5.1950 tarihli sayısında şu yanıtı verirler: “Bir şairin öldürülmesine şair gönlümüz razı olmadığı için, sırf onu kurtarmayı istediğimizi belirtmek için iki gün aç durduk. Niyetimiz kimseyi tehdit değildi, sadece şairlik borcumuzu ödemekti. Bununla beraber fırsat düşkünü yazar bu hareketimize siyasi bir mana vermeye kalkıştı. Bizi, yabancı ülkelerde memleketimiz aleyhinde yapılan menfi propagandalara alet olmakla suçlandıranlar çıktı.”

İşte bu suçlayanlardan birisi de Kudret gazetesidir. 11 Mayıs tarihli gazete şu başlığı atar: “Üç sosyalist şair açlık grevi yapacakmış!” Bu başlığa karşılık Orhan Veli ise şu cevabı verir:

“Yurdumuzda sosyalist kelimesiyle komünist kelimesi arasındaki fark pek anlaşılamadığı, komünist kelimesi de çok kere vatan haini anlamına geldiği için bu başlığı ilkin curnalcılık saydık. Ama sonra, biraz düşündük; ilk korkumuzun boşuna olduğunu anladık. Çünkü bundan beş on gün evvel eski Devlet Başkanı Cemil Sait Barlas Halk Partisi’nin bir Sosyalist Partisi olduğunu söylemişti. Söylemişti de, Demokratlar buna şiddetle karşılık vermişler, ‘Siz sosyalist değilsiniz, asıl sosyalist biziz,’ demişlerdi. Partilerimizin arasında bile kolay kolay paylaşılamayan bu sıfatı bize layık gördüğü için Kudret gazetesine teşekkür etmek istiyorum.”
Açlık grevini tamamlamasalar da, Nazım Hikmet’e destek veren yazılar yazmaktan geri kalmazlar çünkü, bilirler aksinin ülkeleri için bir gerilik olduğunu. İşte Orhan Veli’nin 1 Mart 1950 tarihli Yaprak’ta yazdıkları:

“Bugün Avrupa’da tanınan bir tek şairimiz var: Nazım Hikmet. O da bize rağmen tanınıyor. Biz, ‘Aman kimse duymasın!’ diyoruz. Ama faydası yok; duymuşlar. Nazım Hikmet’i bize, onlar kabul ettirmeye çalışıyorlar. Adını, lehimize değil, aleyhimize kullanıyorlar. Bizi, büyük şairler yetiştiren bir millet olarak değil, büyük şairleri hapislerde süründüren bir millet olarak tanıtıyorlar.”
Evet Orhan Veli ile Nazım Hikmet şiirleriyle çok atışmışlardır ama, bu atışma birbirini seven, daha da önemlisi birbirine saygı duyan iki insan arasındadır. Örneğin Orhan Veli, Hürriyete Doğru şiirinde;
Görmüyor musun, her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere.
derken, Nazım Hikmet 10 yıl sonra, 15 Eylül 1958 tarihinde O’na ‘Oğlum’ diye seslenir:
Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda çıplak bir adam
durmuş düşünür.
Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.

1955 yılında Budapeşte’deki Kent Radyo’sunda bir konuşma yapan Nazım Hikmet, çok seyahat ettiğini söyler. Bunun üzerine şaire sorarlar: “Acaba bu sık seyahatleriniz sırasında yanınızda bulundurduğunuz kitaplar nelerdir?”
Nazım’ın yanıtı çok açıktır: “Şimdi size söyleyeyim. Mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu ama, ölümsüz.”
Konuşma ilerleyince Nazım’dan birkaç Orhan Veli şiiri okumasını isterler. İlk olarak ‘çok sevdiğini’ vurguladığı Sere Serpe’yi okur. Şiiri bitince şu yorumu yapar: “Ne güzel Türkçe, sonra nasıl İstanbul, nasıl İstanbul kızı…”
Sonra Delikli Şiir, Vatan İçin ve Cevap’ı okur. Son olarak “bir tane daha okuyayım. Doyum olmuyor ki…” der ve Gelirli Şiir’i okur.
Bursa Hapishanesi’ndeyken kendisine gönderilen kitaplardan birine hayran olur Nazım. Kapağındaki resmi Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun yaptığı kitaba “mübalağasız bir saat, tıpkı, bir şarkı dinler, bir yazı okur gibi, hatta daha başka türlü dalıp” gider. Öyle hayran olmuştur ki “sakın kaybetme” notuyla birlikte kitabı oğlu Memet’e gönderir. Aradan zaman geçince kitabı yeniden görme isteği basar Nazım’ı. Ve Bir Şiir Kitabının Kapak Resmi adlı şiirini yazar.
Kapak resminde Bedri Rahmi tüm hünerini şakıttıysa da Yenisi adlı bu kitabın şairi Orhan Veli de şiirlerinde bir o kadar başarılıdır.
Orhan Veli öldüğü zaman hala Bursa Hapishanesi’nde yatmakta olan Nazım Hikmet’in üzüntüsü bir kat artmıştır. Bu üzüntü içindeyken, 1.12.1949 tarihli Yaprak Dergisi’nde okuduğu Orhan Veli’nin Dalga isimli şiirini anımsar:
Öyle bir yerde olmalıyım.
Öyle bir yerde olmalıyım ki,
Ne karpuz kabuğu gibi,
Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi…
İnsan gibi.
Yatar Bursa Kalesinde’nin son şiiri Bir Hazin Hürriyet’in Nazım’ın Bursa’da yazdığı son şiir olduğunu iddia edebiliriz ama, bu şiirde isim vermeden andığı kişi kesinlikle Orhan Veli’dir:
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil.
İnsan gibi yaşamalıyız dersin,
Büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
Yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle hürsün!
Gittiği yerlerde Orhan Veli’yi tanıtmaya çalışan Nazım Hikmet, 1958 yılında yazdığı Slavya Kahvesi’nde Şair Dostum Tavfer’le Yarenlik şiirinde de konuk eder, sevdiği bu şairi:

Hele sabahları, hele baharda,
Pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi
Nezval geçer taze çıkmış kabrinden
Paramparça yüreği de elinde
ve Orhan Veli’yle karşılaşırlar
Urumelihisarı’ndan gelir o
ve telli kavağa benzer Orhan’ım
yüreciği delik deşik onun da.
16 Ağustos 1959 tarihli Dörtlük şiirinde de üç kişiden bahseder Nazım.
Yeryüzüne tohum gibi saçmışım ölülerimi,
kimi Odesa’da yatar, kimi İstanbul’da, Pırağ’da kimi.
En sevdiğim memleket yeryüzüdür.
Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi.
Odesa’da yatan kişi, ikinci eşi Lena Yurçenko’dur. Diğer iki kişinin kim olduklarını bir önceki şiire bakarak söyleyebiliriz ki; Nezval ve Orhan Veli…”

*www.orhanveli.net’ten alınmıştır.

12 Nisan 2014 Cumartesi

Latife Tekin - Unutma Bahçesi

Fotoğraf: Latife Tekin - Unutma Bahçesi
 
“Hiçbir şeyi unutmak istememiştim ben. Hep hatırlamak, hep hatırlamak! Bellek,o ne güzel, ne müthiş sözcük. Ama bellek, beden yazısı,bedenime kayıtlı ve sınırlı, ne yazık ki,evrenin ve insanın tüm tarihini kapsayamayacak kadar sınırlı!
Unutmadan anımsanamaz denmiş. Belki yer açmak için bellekte. Unuttukça unutulur acısı yaşamanın ve unuttukça açılır insan yeni deneyimlere.
 
Hatırlamamak çocuk belleğinin saflığına geri dönmek olmasa da, macera, keşif ve deneyimleme mümkün olabilir mi unutmadan? Tekrar tekrar yenilmek mümkün mü unutmadan?
 
Ama unutmak, kişiliğimizin de göstergesi değil mi? “Bana neyi unuttuğunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim! ” Nesneleri ya da olayları değil, herkes kendini anımsıyorsa eğer,unutmak kendini red olmaz mı?Ya unutmamak, neyin kabulüdür kendinden ve kendine sığdırabildiğin o koca hiçlikten başka?
Hiçbir şeyi unutmak, unutturmak istememiştim ben. Herkes her şeyi hatırlamalı! Tıpkı o pankartlardaki gibi, ” unutulmadı, unutulmayacak!”
 
“Herkes her şeyden sorumlu; en çok da ben!”dememiş miydi İvan Karamazov? Yeryüzünde bir bellek ya da vicdan olup dolanmaktan, bir lanet gibi gece uykularını kaçırtmaktan daha anlamlı ne olabilirdi bu hayatta? Adalet, varsa, olmalıysa, olsa daha iyi olacaksa, bellekte olmalı o zaman.
Hiçbir şeyi unutmak istememiştim ben. Kimse unutmasın istemiştim.
Hatırlıyorum.Hatırladıkça suskunlaşıyorum,sımsıkı yumuyorum ağzımı, dişlerim birbirine kenetleniyor, dilimi ısırıyorum,içim dibe iniyor iyice, hatırladıkça kımıldıyor içim, dibe doğru, çöküyor ,birikiyor, ağırlaşıyor, artık istesem bile açamayacak hale geliyorum ağzımı, açsam tek ses çıkmayacak biliyorum, kimse anlamayacak, kimse duymayacak sesimi, ben bile duymayacağım sesimi,ben bile duymayacağım kendi sesimi,başkasının sesiyle de çıksın istemiyorum ağzımdan laflar, susuyorum.Hatırlıyorum.
İyi ki unutuyoruz,yoksa yaşayamayız diyen kimdi? Nietzsche mi? Unuttuğu için mi bir atın boynunda buldu deliliği?

Unuttuğu için mi delirir insan, unutamadığı için mi? Bir daha asla geri dönemeyeceğiz; bir daha asla cennet bahçesine dönemeyeceğiz, masumiyete dönemeyeceğiz, Auschwitz öncesine, Hiroşima öncesine dönmeyeceğiz,Vietnam öncesine, Cezayir, Filistin, Irak öncesine dönemeyeceğiz…
Maraş öncesine, 1 Mayıs ‘77 öncesine, 12 Eylül öncesine, Sivas öncesine, “hayata dönüş operasyonu” öncesine dönmeyeceğiz!
 
Hepimize dışkı yedirilmemiş gibi, makadımıza cop sokulmamış gibi, kolumuzu iş makinesi koparmamış gibi yapamayız; kurşuna dizilmemişiz gibi, işkence görmemişiz gibi, gece baskınlarında götürülmüş ve bir daha geri dönmemişiz gibi yapamayız.
 
Çocukluğumuza tecavüz edilmemiş gibi, aşklarımız ve inançlarımız elimizden sökülüp alınmamış gibi, töre cinayetlerinde öldürülmemiş, bilmem kaç kez çığlık çığlığa uyanmamışız gibi duvara…unutamayız…televizyon karşısına geçip, sersem sersem gülüp oynayanları aynı şevk ve heyecanla seyredemeyiz hiçbir şey olmamış gibi…
Hiçbirimiz geri dönmemeliyiz! Unutmamalıyız!
 
Unutamayanlar intikamını almalı galiplerden, cellatlardan …Damarlarımızı açıp mı girmeliyiz onların o pek gösterişli ,nazik,korunaklı dünyalarına ve yüzlerine,o temiz şık giysilerine ,eldivenli ellerine mi sürmeliyiz belleklerimizden akan kanı ki alkışçıları ,seyircileri şaşırsın hiç olmazsa bu oyun niye bozuldu ,görgü kuralları niye böyle hiçe sayıldı diye?
Hatırladıkça susuyorum.Konuşursam unutmaktan korkuyorum.Sözcüklere döküldükçe anlamsızlaşacak,evrende yok olup gidecek her şey diye korkuyorum.İçimin boşalmasından korkuyorum.
 
Unutuyorum ama. İstemeden. Bedenim ihanet ediyor ve unutuyorum. Hatırlamaya çalıştıkça unutuyorum.Yaşadıkça unutuyorum.Pisliğin ve kötülüğün dibindeki aynalarda kendi yüzümü gördükçe unutuyorum. Unuttukça kendimi unutuyorum. Kendimden utanıyorum.Unutuyorum. Bilerek unutuyorum. Unutmak istiyorum. Hatırladıkça yüzümü kızartan, kendimi iyice aşağılamak için en ince ayrıntısına kadar hatırlamak için çabaladığım her şeyi unutmak istiyorum. Unuttuğumu ve unutmak istediğimi biliyorum.
 
Bellek de intihar eder çünkü. Dayanamaz. Ve o zaman, her bir parçası ince birer kıymık gibi, parça tesirli el bombası gibi,en kılcal damarlara kadar saplanır kalır.Belleğin ta kendisi olduğunda kişi ,ne unutmak vardır ne de unutmamak…Ve orada ,artık zaman yoktur ,ne unutacak ne hatırlayacaktır insan, orada “mutlak huzurlu”dur. Beden,yersizyurtsuz, tarihsiz bir coğrafya:yakılmış eller, örselenmiş kollar, dağlanmış cinsellik, kurşun doldurulmuş mide, hakarete uğramış yürek ve dışlanmış beyin. Belleksiz. İstiap haddini çoktan doldurmuş bakışlar, boşluğu görür her yerde …

Herkes alsın payını bu lanetten ve birer zombi gibi dolanıp dursun yeryüzünde o sonsuz ölümsüzlüğüyle boka batmış belleğinin!

Latife Tekin - Unutma Bahçesi

“Hiçbir şeyi unutmak istememiştim ben. Hep hatırlamak, hep hatırlamak! Bellek,o ne güzel, ne müthiş sözcük. Ama bellek, beden yazısı,bedenime kayıtlı ve sınırlı, ne yazık ki,evrenin ve insanın tüm tarihini ka
psayamayacak kadar sınırlı!
Unutmadan anımsanamaz denmiş. Belki yer açmak için bellekte. Unuttukça unutulur acısı yaşamanın ve unuttukça açılır insan yeni deneyimlere.

Hatırlamamak çocuk belleğinin saflığına geri dönmek olmasa da, macera, keşif ve deneyimleme mümkün olabilir mi unutmadan? Tekrar tekrar yenilmek mümkün mü unutmadan?

Ama unutmak, kişiliğimizin de göstergesi değil mi? “Bana neyi unuttuğunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim! ” Nesneleri ya da olayları değil, herkes kendini anımsıyorsa eğer,unutmak kendini red olmaz mı?Ya unutmamak, neyin kabulüdür kendinden ve kendine sığdırabildiğin o koca hiçlikten başka?
Hiçbir şeyi unutmak, unutturmak istememiştim ben. Herkes her şeyi hatırlamalı! Tıpkı o pankartlardaki gibi, ” unutulmadı, unutulmayacak!”

“Herkes her şeyden sorumlu; en çok da ben!”dememiş miydi İvan Karamazov? Yeryüzünde bir bellek ya da vicdan olup dolanmaktan, bir lanet gibi gece uykularını kaçırtmaktan daha anlamlı ne olabilirdi bu hayatta? Adalet, varsa, olmalıysa, olsa daha iyi olacaksa, bellekte olmalı o zaman.
Hiçbir şeyi unutmak istememiştim ben. Kimse unutmasın istemiştim.
Hatırlıyorum.Hatırladıkça suskunlaşıyorum,sımsıkı yumuyorum ağzımı, dişlerim birbirine kenetleniyor, dilimi ısırıyorum,içim dibe iniyor iyice, hatırladıkça kımıldıyor içim, dibe doğru, çöküyor ,birikiyor, ağırlaşıyor, artık istesem bile açamayacak hale geliyorum ağzımı, açsam tek ses çıkmayacak biliyorum, kimse anlamayacak, kimse duymayacak sesimi, ben bile duymayacağım sesimi,ben bile duymayacağım kendi sesimi,başkasının sesiyle de çıksın istemiyorum ağzımdan laflar, susuyorum.Hatırlıyorum.
İyi ki unutuyoruz,yoksa yaşayamayız diyen kimdi? Nietzsche mi? Unuttuğu için mi bir atın boynunda buldu deliliği?

Unuttuğu için mi delirir insan, unutamadığı için mi? Bir daha asla geri dönemeyeceğiz; bir daha asla cennet bahçesine dönemeyeceğiz, masumiyete dönemeyeceğiz, Auschwitz öncesine, Hiroşima öncesine dönmeyeceğiz,Vietnam öncesine, Cezayir, Filistin, Irak öncesine dönemeyeceğiz…
Maraş öncesine, 1 Mayıs ‘77 öncesine, 12 Eylül öncesine, Sivas öncesine, “hayata dönüş operasyonu” öncesine dönmeyeceğiz!

Hepimize dışkı yedirilmemiş gibi, makadımıza cop sokulmamış gibi, kolumuzu iş makinesi koparmamış gibi yapamayız; kurşuna dizilmemişiz gibi, işkence görmemişiz gibi, gece baskınlarında götürülmüş ve bir daha geri dönmemişiz gibi yapamayız.

Çocukluğumuza tecavüz edilmemiş gibi, aşklarımız ve inançlarımız elimizden sökülüp alınmamış gibi, töre cinayetlerinde öldürülmemiş, bilmem kaç kez çığlık çığlığa uyanmamışız gibi duvara…unutamayız…televizyon karşısına geçip, sersem sersem gülüp oynayanları aynı şevk ve heyecanla seyredemeyiz hiçbir şey olmamış gibi…
Hiçbirimiz geri dönmemeliyiz! Unutmamalıyız!

Unutamayanlar intikamını almalı galiplerden, cellatlardan …Damarlarımızı açıp mı girmeliyiz onların o pek gösterişli ,nazik,korunaklı dünyalarına ve yüzlerine,o temiz şık giysilerine ,eldivenli ellerine mi sürmeliyiz belleklerimizden akan kanı ki alkışçıları ,seyircileri şaşırsın hiç olmazsa bu oyun niye bozuldu ,görgü kuralları niye böyle hiçe sayıldı diye?
Hatırladıkça susuyorum.Konuşursam unutmaktan korkuyorum.Sözcüklere döküldükçe anlamsızlaşacak,evrende yok olup gidecek her şey diye korkuyorum.İçimin boşalmasından korkuyorum.

Unutuyorum ama. İstemeden. Bedenim ihanet ediyor ve unutuyorum. Hatırlamaya çalıştıkça unutuyorum.Yaşadıkça unutuyorum.Pisliğin ve kötülüğün dibindeki aynalarda kendi yüzümü gördükçe unutuyorum. Unuttukça kendimi unutuyorum. Kendimden utanıyorum.Unutuyorum. Bilerek unutuyorum. Unutmak istiyorum. Hatırladıkça yüzümü kızartan, kendimi iyice aşağılamak için en ince ayrıntısına kadar hatırlamak için çabaladığım her şeyi unutmak istiyorum. Unuttuğumu ve unutmak istediğimi biliyorum.

Bellek de intihar eder çünkü. Dayanamaz. Ve o zaman, her bir parçası ince birer kıymık gibi, parça tesirli el bombası gibi,en kılcal damarlara kadar saplanır kalır.Belleğin ta kendisi olduğunda kişi ,ne unutmak vardır ne de unutmamak…Ve orada ,artık zaman yoktur ,ne unutacak ne hatırlayacaktır insan, orada “mutlak huzurlu”dur. Beden,yersizyurtsuz, tarihsiz bir coğrafya:yakılmış eller, örselenmiş kollar, dağlanmış cinsellik, kurşun doldurulmuş mide, hakarete uğramış yürek ve dışlanmış beyin. Belleksiz. İstiap haddini çoktan doldurmuş bakışlar, boşluğu görür her yerde …

Herkes alsın payını bu lanetten ve birer zombi gibi dolanıp dursun yeryüzünde o sonsuz ölümsüzlüğüyle boka batmış belleğinin!

Latife Tekin - Unutma Bahçesi