23 Aralık 2014 Salı

Neale Donald Walsh - Tanrı ile Sohbet


“Tüm insan davranışları en derin boyutta iki duygudan biriyle motive edilir. 
KORKU ya da SEVGİ. Gerçekte yalnızca iki duygu vardır. Ruhun dili iki sözcükten ibarettir. 
Her insan düşüncesi ve davranışı ya sevgiden ya da korkudan kaynaklanır…... 
Diğer tüm duygular bu iki temel duygunun değişik versiyonlarıdır.
İnsanlar işte bu nedenle tekrar tekrar aynı deneyimleri yaşıyor. Bir sarkacın iki ucu gibi. 

Bir duygudan diğerine gidip geliyorlar. Sevgi korkuya, korku sevgiye dönüşüyor…
Bunun üzerine derin düşününce doğru olduğunu göreceksiniz…”

Neale Donald Walsh - Tanrı ile Sohbet

İstedim ki acı konuşsun kendi dilini
Yine de anlatamıyorum bunca acıyı,
yeni kipler bulmalıyım.
Oysa her dilde karşılığı vardır,
mutluluğun sevincin.
Ama bunca zulüm haksızlık varken,
mutluluğun diyorum şiirini yazamıyorum,
yeni diller bulmalıyım...........M.K.KAYA....

Birde kuşlar var hakim bey,
her şeyin başı onlar.
Onlar özgürlüğü koyuyor insanların kafasına.
Baksanıza, terörist terörist uçuyorlar.....Ahmet Arif

16 Aralık 2014 Salı

Tiranlar ve Saraylar



Tiranlar ve Saraylar 
12 KASIM 2014 HACI ANIL
Askeri güçleri de arkasında alarak kendi tiranlıklarını kurup, yoksul halkın elinde avucunda ne varsa gasp ettiler. Gasp ettikleriyle de saraylar yaptılar. Yani nemrutların o şatafatlı kulesinin, firavunların devasa piramitlerinin gizinde mazlumların acıları vardır.
.
Sınıflı toplumların ortaya çıkışına borçludur varlıklarını saraylar ve tiranlar..
Avcı toplayıcı bir toplum olan ilkel komünal dönemde ne tiran vardı, ne de saray. Çünkü erkeklerin avcı, kadınların ise toplayıcı olduğu ancak ihtiyacını zar zor karşıladığı bu çağda doğal olarak her şey eşit paylaşılırdı. Ne zaman ki insanlık geliştirdiği alet edevatla tükettiğinden fazlasını üretmeye başladı, işte bundan sonra tüketilenden arta kalan fazlalığa birileri çalmak için göz dikmeye başladı.
.
Bu hırsızların isimleri tarihi dönemlere göre kimi zaman şah oldu, kimi zaman padişah, kimi zaman kral. Askeri güçleri de arkasında alarak kendi tiranlıklarını kurup, yoksul halkın elinde avucunda ne varsa gasp ettiler. Gasp ettikleriyle de saraylar yaptılar. Yani nemrutların o şatafatlı kulesinin, firavunların devasa piramitlerinin gizinde mazlumların acıları vardır.
.
İşte bu yüzden mazlumların belleklerinde binyıllardır hep bir kötülük işareti ve vasfı olarak nakşedilmiştir isimleri. “Nemrut surat” ile tepeden tırnağa kötülük kuşanmış kişilikler tasvir edilirken, zorbalığın adı ise “firavunluk” olarak anlamını bulmuştur halkların belleklerinde. Nemrut deyince devasa Babil kulesi ya da Babil’in üzüm bağları, firavun deyince piramitler gelmemesinin nedeni de budur.
Devasa sarayları yapmak için dizginsiz bir sömürü gerekir ve bu dizginsiz sömürüye karşı gelen halkı ancak tiranlıklar dizginleyebilir. Bu yüzden tiranlar tiranlıklarını, uyguladıkları baskı ve katliamlardan almışlardır.
.
Sümerlerde Nemrut, Mısır’da Firavun
.
…ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear (Sümer) diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. Yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi.
.
Tevrat’ta böyle anlatılır Babil Kulesi’nin yapılış amacı ve tanrının gazabıyla nasıl yıkıldığı. Rivayetlere göre Nemrut, Hz. İbrahim’in tanrısını görmek ve onunla yarış etmek için o devasa Babil Kulesi’ni yaptırmıştır.
.
O döneme ilişkin kaynaklara baktığımızda tanrının bile öfkesini çeken şeyin sadece tanrı ile girilen rekabet olmadığını; zenginliğin, şatafatın ve bunun getirdiği zalimleşmenin de bunda rol oynadığını görebiliriz.
.
Sümer Kralı Nemrut zenginliği, mülkü ve şatafatlı yaşamıyla nam salmış biridir. Kölecilik dönemine denk gelen yaşamı bitmez tükenmez iki zenginliği birleştirmiştir. Bu zenginlikler verimli Mezopotamya toprağı ve sınırsız sömürüye açık köle emeğidir. Nemrut’un zenginliğinin sırrı burada gizlidir. İhtişam mı gaddarlığı yaratır, gaddarlık mı ihtişamı yaratır tartışılır, ama kesin olan her ikisinin birbirini beslediğidir; biri olmadan diğerinin olmayacağı gerçeğidir.
.
Nemrut, bu zenginlik ve sömürü içinde kendini tanrı mertebesine çıkaran tiranlardan biridir. Tüm zenginlikleri elinde toplamış biri olarak, yoksul bıraktığı köylülerin bir kap yemek, kışı geçirecek kadar tahıl için sarayının kapısında yalvar yakar olmasına sebep olan bir sistemin tanrısıdır. Köleleri dışında yoksul köylülerden dahi kimin aç kalıp kalmayacağına ve hatta kimin yaşayıp yaşamayacağına karar veren bir zulüm sisteminin yarattığı canavardır. Güç ve zenginlik bu canavardan bir tanrı yaratmıştır.
.
Mısır’da firavun ve köle cesetleri üzerinden yükselen piramitler
.
Mısır piramitlerinin yüzyıllardır nasıl yapıldığını, o devasa kayaların nasıl şekil verilip taşındığını tartışır durur tarihçiler. Oysa meselenin özü çok basittir. Mısır’da kölelerin çokluğu ve bu kölelerin hayatlarının ucuzluğu düşünüldüğünde, o devasa kayaların nasıl taşındığının gizi de ortaya çıkar.
.
M.Ö. 2550’li yıllara denk gelen bir tarihten bahsediyoruz. Bu tarihlerde böylesi devasa bir yapının tamamlanışının 14 ilâ 20 yıl sürdüğü sanılmaktadır. Yapımında ağırlıkla köleler kullanılmıştır. Toplam ikiyüzbin kölenin çalıştırıldığı varsayılmaktadır. Büyük piramidin yapımında ağırlığı 2,5 ton olan 3 milyon kaya kullanılmıştır. 1
.
Yönetim biçim ve despotluğu Nemrut’tan geri kalmayan firavunlar, öldükten sonra bile ayrıcalıklı gömülmek için bu devasa piramitleri yaptırmışlardır. Yapımı sürecinde kaç insanın ölümüne neden oldukları ise hâlâ bir sırdır. Ancak mezarlıklardaki cesetler incelendiğinde omurgalarına büyük yükler bindiği ortaya çıkmıştır.
.
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince? 2
.
Mısır piramitlerini yoksul halkın hem parasıyla hem de emeğiyle yaptırdıkları halde firavunlar, tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kendilerini kabul ettirmeye çalışırlar. Bunu yaptıran, ellerinde topladıkları güçtür. Firavun aynı zamanda hem tanrıdır hem de hukuk sisteminin başıdır; yasa çıkaran ve adalet dağıtan kişi konumundadırlar. Tüm despotluklarını meşrulaştırmak ve kendilerine kutsiyet atfetmek için tanrısal bir güç ya da tanrının temsilcisi olarak tanımlamışlardır.
.
Her ne kadar Herodot “Mısır, Nil’in bir armağanıdır,” dese de, yaratılan bu medeniyetin ve zenginliğin temelinde sömürü çarkı yatmaktadır. Güçlü ordusu ve halkı soyan maliyesi firavunların en büyük dayanağıdır. Bu dayanak ile talan seferleri yaptıkları gibi kendi halkını iliklerine kadar sömürme olanağı yakalamaktadırlar. Sömürü ve despotluklarını perdelemek için de kendilerini kutsallık mertebesinde göstermektedirler.
.
Ancak ne kutsallık zırhı ne de despotlukları halkın başkaldırısının önüne geçemez.
.
“Bir bilgenin uyarısı, köylülerin, zanaatçıların ve kölelerin, bütün Mısır’ı saran kitle halindeki bir başkaldırısından bahseder. Başkaldıranlar, hiçbir şeyleri olmayan sefil insanlardır; hükümdarları esir alır, zenginleri kaşanelerinden kovar; firavunların mumyalarını mezarlarından fırlatır atar, tapınakları işgal eder ve ayinlere son verirler. Hükümdarın, senyörlerin ve ruhban zümrenin ambarlarını ele geçirip içlerindeki bütün buğdayları ulusal mülkiyete tabi olarak ilan ederler.” 3
.
Her saray yoksulunu, her tiran da isyancısını yarattır
.
Saraylar saltanatlar çöker
kan susar birgün zulüm biter.
menekşeler de açılır üstümüzde
leylaklar da güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler…
.
Devrimci ozan Adnan Yücel’in muştuladığı gibidir sarayların ve saltanatların sonu. Çünkü egemen sınıfların sarayı, saltanatı ve şatafatlı yaşamı, halkın daha fazla yoksullaştırılması üzerine inşa edilir. Bu yoksulluk ise tiranlığın bugünkü karşılığı olan faşizmle denetlenmeye çalışılır. Ancak Mısır’da da görüldüğü gibi halk kendisini yoksul bırakanı, ölüme mahkum edeni unutmaz. Bu yüzden hemen her halk ayaklamasının ilk ve en önemli hedefi saraylar olmuştur. Yine Büyük Ekim Devrimi’nde ve diğer halk ayaklanmaları ve devrimlerde olduğu gibi, halkın ilk ve en önemli hedefi zalimlerin kışlık sarayları, “Ak Saray”ları olmuştur, olacaktır.
.
Bugün ülkemizde AKP tarafından yapılan saray ile tarihteki sarayların yapılış dönemi ve koşulları benzerdir. Her yıl binlerce işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği ve bu emekçilerin sefalet ücretine mahkum edildiği bir ülke, tiranların ve firavunların ülkesinin yönetim biçimiyle aynıdır.
.
Halkın kanı, canı ve emeği üzerinde inşa edilen hiçbir sarayın temeli sağlam değildir. Halkın baskı ve terörle susturulmuş olmasına aldanılıp yapılan sarayların temelleri, yine halkın kıpırdamaya başladığı dönemde çatırdamaya başlar. Halk ayaklandığında ise saray tuzla buz olur. Tarihsel gerçekler bunu söylüyor.


@AnlHac


Dipnot/lar

http://tr.wikipedia.org/wiki/Keops_Piramidi ↩
B. Brecht, “Okumuş Bir İşçi Soruyor” ↩
S. Tanilli, Yüzyılların Geçeği ve Mirası. Cilt 1, s. 95 ↩
http://gezite.org/tiranlar-ve-saraylar/


7 Aralık 2014 Pazar

Mustafa Kaya - Deli Gözbebekleri


Değil birkaç 
değil beş on
otuz milyon

bizim!
Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!
Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
Bunlar!
Yürüyen parçaları
o kurak
toprakların!
Kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak
bir karın
taşıyor!
Kimi
deri... deri!
Yalnız
yaşıyor
gözleri!
Uzaktan
simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman balı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri,
gözbebekleri!
Hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar
öyle bakarlar ki!...
Ağrımız büyük!
büyük!
büyük!
Fakat
artık imanımıza inemez tokat!
Demirleşti bağrımız,
çünkü ağrımız
30.000.000
deli gözbebekleri!
Gözbebekleri!
Ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam!
Belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
"kaçık"
diyen adam!
Sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan,
bir mana
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
Deli gözbebekleri!
Gözbebekleri!
NAZIM HİKMET

1 Aralık 2014 Pazartesi

Düşmanların ve Sen

Düşmanların ve Sen

Bir terslik var bu dünyada.
En güzel evlerde, o evleri yapanlar oturmuyor mesela. Ekmeğin en güzelini, buğdayın en dolgununu biçenler yiyemiyor. 

Emek bizim, ama doyan biz değiliz. Bir kendimize, bir de dünyaya bakıyoruz. Binalar giderek yükseliyor, şehirde 
sokaklar giderek ışıldıyor, ekonomi giderek büyüyor diyorlar, ama bizim ellerimiz giderek yoksullaşıyor, nasırlaşıyor.

Yoo, haksızlık etmeyelim. Emeğimizin karşılığını hiç alamıyor değiliz.

Mesela demir döküyoruz, hapishanemize, hücremize parmaklık oluyor.

Otomobil üretiyoruz, içine çocuklarımızı atıp kaybediyorlar. 

Şu dünyada kaç emekçinin boğazına sarılmıştır, yine bizim gibi emekçilerin ürettiği o yağlı urgan? 
Bunun kendi kendini boğmaktan farkı var mı?

Fark ediyor musunuz bilmem?

Ancak kendimize düşman olmamız şartıyla bu ülkenin sokaklarında yürümemize izin var.

Emeğimizi çalacaklar, başımızı eğip ineceğiz madene tekrar. “Evini yıkacağız” diyecekler, söylene söylene toplanıp çekip gideceğiz o gece.

Bizi çürütmeyen, bizi kendimize düşman etmeyen her şeyse suç olacak:

“Evimi yıktırmam” demek, emeğimizin karşılığını istemek, evimizdeki kitap, dilimizdeki türkü, attığımız slogan… Yasak.

Belki sen de şu “örgütle mörgütle işim olmaz” diyenlerdensin, kim bilir. Oysa yıllar, yıllar önce seni, sana düşman bir örgütün üyesi yaptılar. Okulda çift sıra olarak başladın emir almaya; haz’rola durdun askerde. Sana üzerine yapışıp, bir ömür çıkmak bilmeyecek bir meslek verdiler. Her Allahın günü bir patron için sabah kalkıp şu saatte, şu kadar saat çalıştın, üyesi olduğunu fark etmediğin bu örgütte.

Ama insan hem kendine düşman olup, hem de yüzünde bir gülümsemeyle yaşayabilir mi?

Yaşayamadın sen de. İşte bu yüzden ikiye bölünüyorsun sürekli: Kendinden nefret etmekle, kendini çok sevmek arasındasın. Ülkendeki insanların haline acırken, derin bir öfke duyuyorsun onlara içten içe. Bir yanın halk düşmanlarına güvenmek isterken, kafanda bir ses düşürüyor seni şüpheye. Senin gibilere düşman olmakla, seni ezenlere küfretmek arasında bütün gelgitlerin.

Oldu ki kendine düşman olmayı reddettin bir gün. Ve nihayet sormaya başladın kendine: Kim dinlendi ben yorulurken? Kim doydu ben acıkırken? Kim tutsaktı, ben özgürken?

Ve patron için değil de, halkın için akmaya başladı diyelim alın terin. Sürsün diye değil de, bitsin diye işler oldu ellerin. Sevdiklerinle sevmediklerin yer değiştirdi, düşmanlarının ve dostlarının adını yeniden seçtin. Hayallerin değişti, sen değiştin.

Basarlar o zaman düşlerini bir gece, acımazlar.

İş cinayetinde değil de, sokak ortasında kurşunlayıp, bir hapishane hücresinde öldürecek kadar nefret ederler senden. Onların kontrolünün dışında bir şey olsun, insanlar onların düzeninden başka bir düzen hayal etsin istemezler. Yoksa hayallerini yalanlara boğarlar, boğamazlarsa hayallerini kimseye anlatamayacağın yerlere kapatırlar. Onu da beceremezlerse…

Ama yine de anlayamayacaklar. İşte bu da onların ölümcül hastalığı.

Çünkü bu çağda anlamak ve çelişkileri çözmek bize has. Nasıl böyle çoğaldığımızı, nasıl böyle cüretli olduğumuzu, bizi neden ölümle korkutamadıklarını çözemedikçe korkacak, saldırganlaşacaklar. Korku dünyayı anlayamayan beyinlere çöken karanlıktır. Bu karanlık onların sonu olacak.

http://proleteren.wordpress.com/2012/12/19/dusmanlarin-ve-sen/


Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibariyle,kapitalist 
bir makinedir, kapitalistlerin devletidir,toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir.
Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kollektif kapitalist durumuna gelir, 

yurtdaşları okadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz. 
Bilakis doruğuna tırmandırılır.

 Friedrich Engels,
( Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni,)

KABİL veya İTAAT’E KARŞI KUŞKU


























KABİL veya İTAAT’E KARŞI KUŞKU

“Dünya, itaatsizlikle var oldu ve itaatle yok olacak.” diyor Erich Fromm. José Saramago da Kabil’de insanlığın başlangıcına uzanıyor; onu var eden bu ilk itaatsizlik eylemine…

Ama Adem ve Havva’yı almıyor merkeze. Çünkü insandan doğan ilk insan Kabil ve biz onun temsiliyiz, o da bizim… Yani düzeneğin merkezinde yer alan Kabil, aynı zamanda biziz; merkezdeyiz. Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürmesi, onun hikâyesinin insanlığın hikâyesi olduğunu gösteriyor. Çünkü insan, aykırı olandır; o, hayvanların aksine, doğaya ve kurallara aykırı olduğu, karşılığında yaratıcı ve emrindeki doğa tarafından cezalandırıldığı sürece insandır.

Nobel ödüllü Saramago’nun, ölümünden önce yazdığı bu son romanı ancak ölümünden sonra basılabildi; klişeleri usta ironisiyle besleyip önümüze sunan yazar, meğer ömrünün sonuna doğru insanlığın başlangıcını yazmış.

Daha önceki romanı İsa’ya Göre İncil, Yeni Ahit’ten uyarlamaydı; ve birçok polemiği de yanında getirmişti. Öyle ki Portekizli yazar kalan ömrünü sakince geçirmek istemiş, Kanarya Adalarına yerleşmişti. Son romanı Kabil ise, Eski Ahit’ten, oldukça iyi bilinen öykülerden uyarlama. İşte bu devrede Saramago’nun kendine has lezzeti olan üslubu ve modern şüpheciliği giriyor devreye ve Ademoğlu, Tanrı, Din üçgeninde, inançlarımızı sorgulamaya götürüyor, zihnimizde kurgulanmış kavramları yeniden tartmaya çağırıyor bizi.

Roman, Adem ile Havva’nın itaatsizlikleri sonucu ‘yaşam’ ile cezalandırılmalarıyla başlar. Adem ile Havva, bir türlü yaşamın sıkıntılarına anlam veremezken büyük oğulları, Tanrı tarafından reddedilen Kabil, Tanrı tarafından kabul edilmiş kardeşi Habil’i öldürür. Ama Saramago’ya göre Kabil bencil ve kötü olan değil; aksine sorgusuz itaat eden ‘iyi’ler ve onların eylemleri kötü olan. Bu şüpheci kardeş katili, “eylemlerine akıl sır ermeyen Tanrı”ya, onun kendisinin de aslında o kadar masum olmadığını söyler. Onu, kadere hükmetme gücü olduğu halde olacakları durdurmamakla suçlar. “Efendi” Kabil’in yargısına hak vermekle beraber, yine de kulunun bu cinayeti kendi hür iradesiyle işlediğini, bunun cezasız kalamayacağını söyler ve onu dünya üzerinde zamansız, amaçsız dolaşmaya mahkum eder. Lanetlenen Kabil, bitirilememiş Babil Kulesi’ne, Tanrı’nın gazabına uğramış Sodom ve Gomore’ye gider; İbrahim’in oğlunu kurban etme teşebbüsüne tanık olur; femme fatalelerin ilki Lilith ile tanışır; servetlerin servetine sahip Eyüb’ün uğradığı felaketleri görür ve kendini Nuh’un gemisinde bulur. Her yolculuğunda, yaşananlara bir şekilde etkisi olur; Tanrı’yı ve onun akıl sır ermeyen eylemlerini gözlemler; sorular sorar, cevaplar arar. Zaman zaman aradığı cevapları ona vermek üzere Tanrı belirir karşısında; ama aldığı hiçbir cevap, Kabil’in şüphelerini gideremez ve Kabil, kardeşini öldürerek yapmaya çalıştığı şeyiromanın tadını kaçırmamak adına bunun ne olduğunu belirtmiyoruz nihayet nasıl yapacağına karar verir ve içinde en ufak sızı dahi duymadan eylemini gerçekleştirir. Çünkü biliyordur ki, “İnsanların tarihi, tanrı’yla anlaşmazlıklarının tarihidir; o bizi anlamaz, biz de onu anlamayız.”

Kabil’in kapağında Tiziano Vecellio’nun 1540’lı yıllarda yaptığı yağlı boya tablosundan, Kabil ile Habil figürleri var. Ressam, tabloda bizlere, yalvarırcasına elini kardeşine uzatmış yerde yatan Habil’in ızdırabını hissettirir. Çünkü figürleri, yerden yukarıya doğru görürüz, neredeyse Habil’in gözünden… Buradan hareketle Vecellio’nun tablosunda temsilimizin Habil olduğunu düşünebiliriz; acı içinde kıvranan, katledilen… Ama Saramago romanında, bizi zaman zaman Habil yerine koyuyor olsa da, daha çok Kabil’e benzediğimiz sonucuna varıyoruz. Ayrıca romanda bildiğimiz, üzerinde düşünme ihtiyacı dahi hissetmediğimiz birçok şeyle, bu kez düşünmek kaydıyla yüz yüze geliyoruz. Bunlardan en ilginci de itaat etmedikçe insan olabildiğimiz gibi ilginç, insanı derin düşüncelere sevk eden cümleler. Bu yönüyle felsefeyle iç içe bir kurgu sunmuş yazar bize bu son kitabında. Ve sorular… İnsanların asırlardır cevap bulamadığı soruları, yüz elli iki sayfaya tüm çıplaklığıyla ve olanca ilginçlikleriyle sığdırmış. Işık Ergüden oldukça başarılı çevirisinde, Saramago’nun özgün yazımına sadık kalmış ve karşımıza bir çırpıda biten mükemmel bir roman çıkmış.

Kabil
José Saramago
Çeviren Işık Ergüden
Kırmızı Kedi Yayınevi 152 sayfa


http://ceviri-yorum.blogspot.com.tr/2012/01/kabil-veya-itaate-karsi-kusku.html