28 Eylül 2014 Pazar

















Che'nin Bolivyadaki Savaşçısı Tanya

“Ve adım unutulacak mı bir gün?” diye sormuştu bir şiirinde Bolivya’nın dağlarında özgürlük için savaşan kadın gerilla Tanya. 31 yıl sonra bulunan cesedi sevgiyle bağlı olduğu komutanı Che Guevara’nın yanına gömüldüğünde, Alman bir kadın olarak uğruna savaştığı Latin Amerika halkı onu bağrına bastı. 

Hayatını yaşamak istediği gibi yaşadı ve olmak istediği kişi oldu. Tanya‘nın son derece kısa bir hayatının olması üzüntü verici belki ama yeryüzünde geçirdiği süre başarılarla doluydu. Anı olsun diye geride bıraktığı şiirin ilk dizeleri böyleydi… 
1967 harekatında bir kadın… 

Gerçek ismi Haydee Tamara Bunke Bider olan Tanya, efsanevi solcu isyancıların 1967 harekatına katılan tek kadındı. Gerilla ordusunun bir üyesi olarak Tanya oldukça soğukkanlıydı. Alışık olmadığı halde gerilla taktiği için gerekli olan uzun yürüyüşlere sessizce katlandı ve kadın olduğu için özel bir muamele görmeyi reddetti, kadınları hala toplumun tamamen kabul gören üyeleri olmaktan alıkoyan engelleri aşabilecek kapasitedeydi. 

Kemikleri, Eylül 1998’de Ernesto Che Guevera’nın ve diğer gerillaların cesetlerinin aranması sırasında Bolivya’nın uzak kasabalarından Valle Grande’de bir tabut içinde bulundu. 
Ailesinin düşlerini yaşayan bir komünist 

Tanya 19 Kasım 1937’de Arjantin’de doğdu, anne ve babası Nazi zulmünden Arjantin’e kaçmış olan Almanlardı. Sonradan Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin inşasına katılmak için ülkelerine geri döndüler. Arjantin’e kaçtıktan sonra da yer altı çalışmalarını sürdüren komünist ana-baba, kızlarını burada büyüttüler. 

Tanya, 18 yaşındayken Alman Birleşik Sosyalist Partisi’ne kabul edildi. Annesinin anlattığına göre Tanya böyle bir ortamda yetişmişti ve ona göre bir komünist, doğduğu ülkede olmasa bile her nerede olursa olsun bir komünist ve devrimciydi. Kısacası Tanya ailesinin düşlerini yaşıyordu. 

İlk gençliğinden itibaren Tanya, Küba’ya karşı derin ve sürekli bir ilgi duydu ve 24 yaşında, Mayıs 1961’de Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden Küba’ya geldiğinde çok heyecanlıydı. 

Che’yle, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne yaptığı gezi sırasında tanıştı ve onun birliğine katıldı. 

İçten gülümseme, çok iyi bir müzikal ve politik eğitim 

Bir komşusuna göre, onunla ilgili en çarpıcı şey gülümsemesiydi; mutlu, samimi, güzel bir gülümseme… Orta boylu ve narindi, derin yeşil gözleri ve arkadan ördüğü sarıya çalan saçları vardı. Zarif bir tavrı ve ahenkli, tatlı bir sesi vardı. 

Marie Elena Capote, Granma Enternasyonal’in bir özel sayısında şöyle yazmıştı: 

“Neredeyse her zaman bir askeri üniforma giyerdi, bileklerde şişkin duran zeytin yeşili pantolonlar, postallar ve açık mavi ince bir tişört… Zeytin yeşili bir bere, geniş bir alının üzerinden sarkardı. Havana’da gazetecilik dersleri alırken böyle gözüküyordu. Hafif Arjantin aksanlı mükemmel İspanyolca’sı dışında, bir Latin Amerika kadınından çok daha fazla bir Avrupalı kadın imajını yansıtıyordu.” 

Arjantin’de doğduğundan İspanyolcayı akıcı şekilde konuşurdu ve gizli çalışmaları için bir çok kimlik uydurabilirdi. Nitekim, Küba’da Tamara Bunke, Avrupa’da Haydee Bidel Gonzales, Berlin’de Marta Iriarte ve Boliya’da Laura Gutierrez Bauer olarak biliniyordu. 

Tanya’nın kendisiyle konuşan herkesi etkisi altına alan özel bir karizması vardı, muhtemelen bu, insanları nezaketle ve dikkatle dinlemesinden ya da gösterişçi veya ukala olmadan sergilediği kültürel zenginliğinden kaynaklanıyordu. 

Tanya ailesinden çok iyi bir müzikal ve politik eğitim almıştı ve onun bir çok konudaki görüşleri öğrenci grupları arasında hep baskın çıkardı. Küba Kadın Federasyonu’nda gitar dersleri verirdi, ayrıca Küba’dan Arjantin’den Uruguay’dan Peru’dan ve bütün Latin Amerika’dan halk şarkıları koleksiyonu yapardı. 

Başkalarının bir yılda edindiği becerileri o bir ayda edinirdi… 

Tanya kısa zamanda Küba Kadın Federasyonu’ndaki en önemli yoldaşlardan biri oldu ve kendisine verilen her görevi yerine getirdi, ufak tefek ya da önemsiz gözüken görevleri bile. Çünkü onun mantığı şöyleydi: 

“Küçük işleri yapamayanlar, asla büyük işleri yapamazlar.” 

Sık sık yaptıkları tartışmalara rağmen ona istihbarat tekniklerini öğreten Mercy’ye epey bağlanmıştı. Daha sonraları Mercy, Tanya’nın sadece bir ay içinde kendisinin bir yılda edindiği becerileri edindigini söyleyecekti. Mercy, Tanya’nın Latin Amerika devrimine destek için özel göreve seçilmiş olmasından gurur duyuyordu… 

Zorlu bir eğitimden sonra Tanya, Bolivya egemen sınıfının ve ordusunun temsilcileriyle ilişkiler geliştirmek ve gerilla cephesi için uygun koşulları yaratma görevini almıştı. 1964 sonunda Bolivya’ya vardı ve orada Laura Guiterrez Bauer ismiyle tanındı. 

“Pek çok şeyden vazgeçerek devrim yolunda yürüdü” 

Tanya, 1966 başında Küba Komünist Partisi’ne kabul edildiğini öğrendi. O andan itibaren, yeni savaşçıların siyasi eğitimi ve mevzilendirilmesi işlerinden sorumlu olarak gerilla güçleriyle doğrudan çalışmaya başladı. 

Ve daha sonra, kendisi de Joaquin ismiyle tanınan Commandante Vitalio (Vilo) Acuna liderliğindeki gruba katılarak gerilla ordusunun bir parçası oldu. Binbaşı İnti olarak tanınan ve Che’nin ölümünden sonra Bolivya’daki devrimci mücadelenin lideri olan (ki kendisi de daha sonra Bolivya ordusu tarafından öldürülmüştür) Guido Peredo, “Rojas ve Calderon”un önsözünde onun için şöyle yazmıştı: 

“Bir çalışmanın başarılı olabilmesi için kendi kendine edinilmiş içsel disiplin esastır. Eski hayatın tümü artık geçmişe gömülmüştür. Artık yeni ve farklı bir insanın embriyosu ortaya çıkmaya başlar. Bu, daha ve daha fazla fedakarlık yapmayı daha ve daha fazla sevinçle arzulayan insanın embriyosudur. Tanya her gün başkaları için çok önemli olabilecek olan değerleri reddederek bu yolda ilerledi.” 

Gerillalar 31 Ağustos 1967’de grup bir köylü tarafından ihbar edilip Vado Del Yeso’nun nehir kıyısında Bolivyalı askerler tarafından pusuya düşürülerek öldürüldüler… 
Cenazesi resmi törenle gömüldü 

Che’nin kemiklerinin Haziran 1997’de bulunduğu yerden yaklaşık bir kilometre uzakta Gerilla Tanya’nın kemikleri de bulundu. O günlerde annesinin bir fotoğrafı dünyada dolaşıyordu… Nadya Bunke, 31 yıllık bekleyişten sonra kızının cesedinin küllerini sonsuza dek saklayacak olan vazoyu öperken fotoğraflanmıştı. 

Daha sonra Nadya Bunke’nin kucaklayıp öptüğü vazo, Küba bayrağına sarılmış olarak Santa Clara’daki Marti Kütüphanesi’ne götürüldü. Nereye gömülmesini istediği sorulduğundaysa annesi hiç tereddüt etmeden Che ve yoldaşlarıyla beraber Küba’ya gömülmesi gerektiğini söyledi. 

Nadya Bunke, kızının cenazesinin üstüne hangi bayrağın konulması gerektiği sorulduğunda da “Komünist Partisi’nin bir üyesi olarak uğrunda savaştığı ve öldüğü Küba’nın bayrağı” dedi. 

Tanya’nın cenazesi, Küba’nın merkezi kentlerinden Santa Clara’da Aralık 1998’de Guevara ve yenilgiye uğramış diğer And Dağları gerillaları için inşa edilen mozoleye resmi törenle gömüldü. 
Devrim hayatının amacıydı… 

Tanya hayata çok bağlıydı ama annesinin dediği gibi Latin Amerika’nın devrimci mücadelesinde rol alma görevini her şeyin üstünde tutuyordu. O böyle büyütülmüştü ve böyle bir yaşam istiyordu. Devrim, onun hayatının amacıydı. Bu, onun bütün konuşmalarında, mizacında ve inandığı düşünceler için giriştiği mücadelesinde açıkça kendini ortaya koyuyordu. 

Sanırım Tanya, 31 yıl sonra sevgili Küba’sında, Amerika Birleşik Devletleri’nden (ABD) gelen bir yabancının, kendisini hiç tanımayan kalabalık bir uluslararası dinleyici kitlesine bu konuda bir konuşma yaptığını bilseydi çok mutlu olurdu. 

Kaynak: Metin Sosyalist Barikat sitesindeki Türkçe çevirisinden Gökçe Gündüç tarafından Bianet için derlenmiştir.

21 Eylül 2014 Pazar

Neale Donald Walsh - Tanrı ile Sohbet



“Tüm insan davranışları en derin boyutta iki duygudan biriyle motive edilir. KORKU ya da SEVGİ. Gerçekte yalnızca iki duygu vardır. Ruhun dili iki sözcükten ibarettir. Her insan düşüncesi ve davranışı ya sevgiden ya da korkudan kaynaklanır…... 
Diğer tüm duygular bu iki temel duygunun değişik versiyonlarıdır. İnsanlar işte bu nedenle tekrar tekrar aynı deneyimleri yaşıyor. Bir sarkacın iki ucu gibi. Bir duygudan diğerine gidip geliyorlar. Sevgi korkuya, korku sevgiye dönüşüyor… 
Bunun üzerine derin düşününce doğru olduğunu göreceksiniz…”

.
Neale Donald Walsh - Tanrı ile Sohbet

17 Eylül 2014 Çarşamba

Bir Eylül Akşamında Kişisel Tarihimden Türkiye Coğrafyasına Selam!











Bir Eylül Akşamında Kişisel Tarihimden Türkiye Coğrafyasına Selam!

Eylül 8th, 2014 | by Nihan Yıldırım
Göbeğim Ermeni komşumuz Madam Osanna’nın elinde kalmış. İlk nişastalı mamayı o yapmış bana annem sütten çekilince. Osanna’dan öğrendim mantı kapamayı. Mantı kapamayı bilmeyen kızların evde kalacağını da. Ve ondan öğrendim rakının yanında kavunu nasıl yiyeceğimi. Paskalya yumurtası boyadım saatlerce onunla. Ve ondan yadigar kaldı sokak kedilerine yiyecek ve su koymak arka bahçeye diğer komşulardan gizlice.
Havra’nın bahçesinde hayatımın en heyecanlı saklambaç oyunlarını hatırlarım. Hahamın bizi kovalamasını, sonra da kıyamayıp bize sabahki sünnet veya düğünden kalma helvalardan ikram etmesini.
Pencerenin önünde bütün gün bir çiçek gibi oturan Rum Teyze’den öğrendim rujun her yaştaki kadına yakıştığını.
İlk bakıcı ablam Roman Menekşe idi. Ondan öğrendim İlyas’la Hızırın hikayesini. Ve tabi mor ve turuncunun en güzel renkler olduğunu. Göbeğin insana şişirmek için değil, dans etmek için verildigini de.
İlkokulda Kürt Hatice korudu beni, yaşım diğerlerinden küçük olduğu için eve taş toprak yollardan yürürken itilip kakılmaktan. Can dostumun eşi olarak hayatımıza giren Kürt Kenan’dı , ailemizin en zor zamanlarımızda yanımda olan.
Çerkez Kemal’di babam. Kalpağı en iyi oyuncağımdı. Çok değerli olmasına rağmen kalpağı, bebekken kaybettiği babası Pşikan’ın eksikliğinden, sonsuz hoşgörülü baba özleminden midir nedir, hiç ses etmedi kutsalının oyuncak olmasına. Ve katıksız Çerkez olan Ninem’den dinledim, atalarının atlarıyla birlikte ahırda uyuduklarını kış aylarında, üşümesinler diye sarılarak.
Arnavut maden çavuşları ömürlerinin son zamanında evimizde misafir olduğunda onların madeni nasıl mücevher gibi işlediklerini dinledim dizlerinin dibinde. Fransız mühendislere mösyö yerine yıllarca Muşi dediklerini öğrendim babamdan. Ve onları taklit ede ede lakabının Muşi kaldığını maden mektebinde.
Sektörde çalışırken yüzlerce pırıl pırıl stajyer genç geldi geçti bölümümden. Süryani Danyel hiç ihmal etmedi bayram tebriklerini. Küçücük cemaatlerindeki kızların nasıl kıymetli, nasıl nazlı olduklarını anlattı bize sürmeli gözlerini mahçupça önüne indirerek.
Yıllarca iki Musevi’nin kurduğu bir şirkette çalıştım. Makam arabalarından kaçıp, şoförlerini atlatıp kendi gösterişten uzak, lüks olmayan, eski otomobilleri ile işyerlerine gelip gizlice girişlerini her gördüğümde bayıldım onlara. Ve Üzeyir Bey’in her sabah, şirkete kendini kapılatmış ve kraliçe lakabını kapmış sokak kedisine her sabahbinaya girmeden önce “günaydın, nasılsın” deyişini dinleyerek başladım işe.
En matrak eniştem Gürcü idi, en güzel yemek yapan yengem de.
Üniversite rol modelim hocam Tatar’dı, iş hayatımın ilk günlerinde bana adım adım kurumsal dengeleri öğreten şefim Boşnak.
Sabahın köründe kötü ezan okuyan imama giydiren hacı dedem de oldu, sabahın ilk ışıklarıyla meyhaneden dönerken Saba makamında okunan ezanı duyunca hislenip gözleri dolan ayyaş amcam da.
Ben kim miyim? Afedersiniz, ben sıradan bir Türkiye’liyim.
Bin şey biliyorum bin farklı kültür hakkında. Hem de okumadan gezmeden.
Kulaklarım, gözlerim bilmiyordu okuma yazma öğrenene kadar, sizin eğitim isimli kıyma makinenizden (selam sana Roger) geçene kadar, farklılığımızın isimlerini.
Ve kılım kıpırmadı bunları öğrenince. Sadece nasıl oluyor da hepsi birbirinden bu kadar farklı biçimde matrak ve güzel olabiliyorlar diye düşünmeyi bıraktım o kadar.
Peki, siz kimsiniz? Bizi Müslüman, Hristiyan, Musevi, dinsiz, dinli diye; Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Musevi, Süryani, Çerkez, Arnavut, Boşnak, Gürcü şu bu diye ayrım ayrım ayrıştırıp sorgulayan, sorumlu tutan, zora sokan sizler…  Kıran, kırdıran, yağmalatan, öldüren, öldürten, palalatan yakan, kovalayanlar… Kimsiniz siz? Yada kim sanıyorsunuz kendinizi?
Sizin lügatınızda cevap vereyim. Seviyoruz, terketmiyoruz. Birbirimizi de, ülkeyi de, farklılıklarımızı da, ortaklıklarımızı da, acılarımızı da, kayıplarımızı da. Siz de seveceksiniz, kabul edeceksiniz.
Dükkan hepimizin, kepenk indirmiyoruz. Sıkıntı yok yani, güncel terimle  “bizdee!”  .

http://www.viraledito.com/bir-eylul-aksaminda/

15 Eylül 2014 Pazartesi

Yoksul ülkenin kırık gitarı, Şili'nin dilsiz ozanı: Victor Jara



























Yoks
ul ülkenin kırık gitarı, Şili'nin dilsiz ozanı: Victor Jara

Jara, yapının inşasında türkü söylemeye devam ediyor. Ancak zor bir iş onun yaptığı, hem türkü söylemek hem de yapıyı yükseltmek. Ama yalnız değil, Nazım da çalışıyor o yapıd
a, Neruda da, Lorca da… Hatta milyonlarca el tuğla taşıyor o yapıya.

Şarkım ne gelip geçici övgüler düzer
ne de başkalarına ün katar,
yoksul ülkemin
kök salmıştır toprağına.
Orada, her şeyin bittiği
ve her şeyin başladığı yerde,
söylerim o her zaman yiğit ve derin
sonsuza dek yeni olacak şarkıyı.
Victor Jara

Şili’nin karanlık günleri… ABD destekli Pinochet cuntası Allende yönetimine yönelik gerçekleştirdiği darbeden sonra sokaklardan, evlerden, fabrikalardan, üniversitelerden topladığı beş bin insanı Santiago stadyumuna doldurdu. Çalıştığı üniversiteden gözaltına alınarak stadyuma getirilen Jara, beş bin işçiden, öğrenciden, devrimciden, evlattan, kardeşten, sevgiliden sadece biriydi. Ve bu beş bine korku değil, garip bir tedirginlik hâkimdi. Başkan yoldaş Allende’nin ölüm haberi, bu tedirginliği hüzne çevirdi. Hüzün, isyanın fitilini ateşledi ve Jara korkusuzca aldı gitarını eline. Beş binin türküsünü yaktı. Yenilgilerin ve zaferlerin, sessizliğin ve çığlıkların türküsünü yaktı. Bir de ölümün, kendi ölümünün…
Beş bin kardeşin belleğine kazındı onun bu türküsü “Beş bin kişiyiz burada” adıyla. Sonra stadyumun sessizliğini yırtan bir ses daha çınladı. Duyulan Jara’nın dingin, kadife gibi yumuşak ve buna rağmen meydan okuyan sesiydi. Partisinin marşını söylüyordu bu kez, Venceremos* diye haykırıyordu. Faşizmin tetikçilerini çılgına çevirmişti yiğit ozan. Ellerinde silahlarıyla, üniformalılar sesin geldiği yere doğru yöneldiler. Bu esnada biri daha katıldı bu cesur adamın şarkısına. Sonra bir başkası… Ve Santiago stadyumu beş binin faşizme baş eğmeyen sesleriyle yankılandı: Venceremos! Namlular doğruldu şarkı söyleyen binlerin üzerine. Sonra Jara’nın etrafı sarıldı. O, aşkla söylüyordu şarkısını ve zafere inancının güveniyle yineliyordu: Venceremos! Susmamanın bedelini biliyordu oysaki. Ellerine aldığı dipçik darbeleri yüzünden kan içinde kalan gitarına sarılmıştı. Susmuyordu. Şarkısını söylemeye devam ediyordu.
Delirmiş gibi korkusuzca şarkı söyleyen bu adamın karşısında ne yapacağını bilemeyen cunta askerleri, ona vahşice saldırdılar. Parmaklarının kırılmasına aldırmayan Jara’nın ellerini ve dilini kestiler. Sonra kafasını dipçik darbeleriyle ezdiler. Şarkısına eşlik eden binlere ibret olsun diye, kesilen elleri stadyumun tribününe asıldı. Jara’nın cansız bedeni de 15 Eylül’de sokak ortasında bulundu. Ağır işkencelerden geçirilmiş ve delik deşik edilmiş bir halde. İşte o zaman derin bir sessizlik oldu. Ancak o an oluşan sessizliğe aldanıp Jara’yı susturabildiklerini zannedenler yanıldıklarını çok geçmeden anladılar. Jara’nın dudağında yarım kalan şarkı, yalnızca Şili sokaklarına değil, tüm dünyanın sokaklarına yayıldı.

Türküleri yapanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür!
Halkının acılarını şarkılarına katık eden, kırılan parmaklarının sızısına rağmen şarkılarını gür sesle söyleyen bir ozandı o. Ezilen ve sömürülen milyonlara sevdalı bir komünistti. Gitarına sarılıp haykırdığı büyük ve haklı davaya adanmış bir yaşamdı. Onun şarkıları kendi yüreğinin sınırlarına sığmadı, tüm dünyanın yüreğinden ezgilerle harmanlandı. Yükleyip kavga yüklü notalarını, şefkatli bir güvercinin kanadına taşıdı ölenin ve yiğidin şarkılarını tüm kara, deniz ve gök parçalarına. Ve böylece amacına ulaştı Victor Jara.
Onun gitarı zengin işi değildi, kendi mısralarıyla bahar kokan bir işçiydi. Ve o gitarın mırıldandığı bir yapı iskelesiydi. Yapıcıların ölmek pahasına, damarlarını gerçeklerle doldura doldura söylediği bir şarkıydı Şili stadyumundan yükselen. Kök saldı stadyumun toprağına beş bin kardeşin kanı ve Victor’un kırılan parmakları on bin elin parmaklarıyla o günden beri basıyor gitarının teline. Yoksul ülkenin toprağına sesi, soluğu ve kavgasıyla tutunmuş bir ozan, söylüyor o günden beri yiğit ve derin şarkılarını ve söyleyecek sonsuza dek…


Şili sokaklarını devrimci kanıyla sulayan Pinochet faşizmine karşı başkaldırının adı olan Jara’nın türküleri, başkan Allende’nin, Küba’nın ve Bolivya’nın güzel gülüşlü Comandante’sinin, dünyanın dört bir yanında özgürlük ve sosyalizm uğruna savaşı seçenlerin anısıyla doludur. Ama bu yönüyle bir ağıt değildir Jara’nın söyledikleri. Oklarını katillere doğrultan bir savaş çağrısıdır aynı zamanda. Tüm Şili’nin söylediği bir şarkıdır, namluların korkutamadığı bir koronun ahenkli çığlığıdır.
Jara, yapının inşasında türkü söylemeye devam ediyor. Ancak zor bir iş onun yaptığı, hem türkü söylemek hem de yapıyı yükseltmek. Ama yalnız değil, Nazım da çalışıyor o yapıda, Neruda da, Lorca da… Hatta milyonlarca el tuğla taşıyor o yapıya. Yenilgilerin acı deneyimiyle daha sağlam örülüyor duvarlar, kanla, canla sıvanıyor odalar. Kehanet değil, temelinde yüzlerce yılın mirasını saklayan o yapının iskelesi bu kez eriştirecek bizi yıldızlara… İşte o gün Jara söyleyecek zaferin şarkısını milyonlarca dil ile konuşturacak gitarını milyonlarca kardeşin, milyonlarca eli ile…
* Venceremos: Biz Kazanacağız


kaynak: http://www.kizilbayrak.net/ana-sayfa/kueltuer-sanat/haber/yoksul-uelkenin-kirik-gitari-silinin-dilsiz-ozani-victor-jara/

12 Eylül 2014 Cuma

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Tanıklıklar'dan




























girdiler kapılardan
girdiler pencerelerden
mektuplardan kitaplardan telefonlardan
girdiler kirlettiler ve gecemizi
girdiler ağrıttılar ve gündüzümüzü
işimize saygımızı
Ölümüze acımızı
sayrı yatağımızı
Özlemlere sevgilere sular gibi akışımızı
kıyımlara kıranlara türkü türkü bakışımızı
gözgözelik
dizdizelik
şu hancı dünyamızı
girdiler
kirlettiler
insan onurumuzu
insan yüzü güzeldir
çirkindi bunlarınki
insan yüzü sıcaktır
soğuktu bunlarınki
elleri el değildi
eli andırıyordu
gözleri göz gibiydi
bakışsızdılar
göğse benzer bir kafesti taşıdıkları
içinde yürek yoktu
kapıların arkasında emeklememiş
beşiklere belenmemişlerdi karda tipide
ev dediğin duvar kapı pencere
saygıya gerek yoktu
girdiler akşam sofralarında evlerimize
yoksul sabah çaylarında girdiler
girdiler öpüşürken kuytuda
okşarken saçlarını çocuğumuzun
avutmaya çalışırken acılımızı
duyumsarken sevincini insan oluşumuzun
girdiler bağlarken mektubumuzu
dertleşirken kapısında kırkıncı odamızın
girdiler evlerimize
.
en ağrıtan yerinde bir özlem türküsünün
bunalmış bir kahkahanın ortayerinde
taş gibi yorgunluğunda bir güzelim düşün
Ölümcül sayrılıkta umarsız yalnızlıkta
kağıttan kayıklar yüzdürürken geçmiş sularımızda
uçurtmalar salarken umut göklerimize
kucaklarken dostlarımızı telefonlarda
girdiler evlerimize
.
çirkindiler
korkaktılar
yarınsızdılar
geldiler itilerek
girdiler irkilerek
kararttılar gecemizi
Isırdılar karanlıkta
kanattılar türkümüzü
kırdılar çiçekli dallarımızı
tükürdüler içine ekmeğimizin
ağrıttılar ağrımızı
ağrıttılar vatan vatan
ağrıttılar dünya dunya
ve çekip gittiler
kanlı izler bırakarak
göğümüzün merdivenlerinde

yoktu yarınları onların
çünkü onlar
suç taşıyan sandık gibi
.

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Tanıklıklar'dan

10 Eylül 2014 Çarşamba

OHA OLDUK!



OHA OLDUK! 

Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en biricik araçtır ve bu özelliği nedeniyle de kuşkusuz en önemli kurumdur. Tarihsel akış içerisinde bilginin taşınmasını olanaklı kılarak, birikim yoluyla uygarlıkların oluşmasını, insanlar arasındaki iletişimi düzenleyerek de sağlıklı toplumsal yapılar içinde yaşanabilmesini sağlayan tek olanak, dildir. Bir insan topluluğunu uzun vadede zayıf düşürmek isteyenler, bu nedenle, önce o toplumun diline saldırırlar. Elbette, bu saldırıyı görüp görmezden gelenlerin yaşadığı ülkelerde başarılı da olurlar.

Bilimde, teknolojide, sanatta gelişmişliği tartışılmayan, yani kimsenin yan gözle bakmaya bile cesaret edemeyeceği toplumlar dikkatle incelendiğinde, oldukça ciddi bir dil bilinciyle karşılaşılır: İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya… örnekleri herhalde fazlasıyla yeterlidir. Şimdinin süper gücü Japonya’nın, atom bombasıyla yerle bir oluşunun üzerinden kaç yıl geçti ki daha? Mucizenin sırrı, yerin yedi kat dibinde değil; birkaç paragraf aşağıda öylece duruyor.

Peki, dil bilinci noktasında, dikkati kendimize yoğunlaştırdığımızda görülen manzara ne? Üzücü de olsa, canımızı da yaksa; görmek, söylemek, yazmak gerekiyor: Yangın büyük…

Özellikle son çeyrek yüzyılda, dil alanında, aklın mantığın sınırlarını aşacak boyutta bir duyarsızlık yaşanmakta coğrafyamızda ve eli kolu bağlı seyrediyoruz bu korkunç manzarayı. Yüzyıllar öncesi dilimize yönelen Arapça, Farsça, ardından Fransızca ve nihayet İngilizce akınını öylece seyrettiğimiz gibi. Duyarsızlık, korkunç; seyirci kalmak, daha da korkunç. Seyirci kalmak, suça ortaklıktı hani?..

Bulduğumuz her yükseltiden kendilerine seslenmeyi, onlara değerli emanetler bırakmayı çok sevdiğimiz gençlerimiz, gündelik yaşamlarını 200-300 sözcükle sürdürüyorlar. Binlercesi dururken ve onlarla Yunus’umuz, Karacaoğlan’ımız, Nazım’ımız, Yaşar Kemal’imiz ve daha nice ustamız ölümsüzleşmişken, binlercesinin içinden topu topu 200-300 sözcük.

Aşkını, özlemini, korkusunu, umudunu, coşkusunu, öfkesini… aynı 300 sözcükle nasıl anlatabilir ki bir insan?.. Ya da bunca farklı duygu-düşünce nasıl aynı sözcüklerle anlatılabilir ki? Aslolan insanın mutluluğu değil midir bütün öğretilerde? Kendini anlatamayan; beynini, yüreğini sözle açamayan insan (hele de bir genç) nasıl mutlu olacak?

Gençlerimizin popüler ifadeleri, bu çözülmeyi anlatmaya fazlasıyla yeterli. Bu ifadeleri, onlara yüklenen anlamı da bir parça irdeleyerek örneklemeli belki…

Bir beğeni ifadesi: “Kazağın ‘manyak güzel’ abi!”
Manyak? Güzel? Bu iki söz birbiriyle nasıl ilişkilenebilir ki? Abi, seslenişindeki bayağılık da cabası işin.

Bir kalabalık/doluluk ifadesi: “Ev ‘full dolu’ Muti’cim.”
Full zaten dolu demek. Cümle, gereksiz yere fullenmiş olmuyor mu böyle. Asıl cümleler “full dolu Muti’cim”, gereksiz bir yığın sözle, sesle…

Bir betimleme ifadesi: “Arka fondaki sonbahar manzarası ultra güzeldi.”
Eee! Fon zaten arka demek…’Ultra güzel’ oluyorsa ‘viyole güzel’ de olur mu ki?..

Bir şaşırma ifadesi: “Filmin bir sahnesi vardı, hepimiz ‘oha olduk’ yani.”
Oha artık! .. Bu da mı gelecekti başımıza? Oha olunca, ne hale gelmiş oluyor ki insan?..

Bir sessiz kalma ifadesi: “Duyduğum sözlerden sonra ‘sus geldi’ bana.”
‘Kal gelme’ ve ‘böö gelme’ gibi gelme çeşitleri de var ayrıca.

Pırıl pırıl bir delikanlı, kız arkadaşını sinemaya nasıl davet eder? Filmlerde vardı eskiden, hani hâlâ buruk bir hüzünle izlediğimiz siyah beyaz filmlerde: Delikanlı, en güzel giysileri içinde ve şiirsel sözlerle iletirdi davetini; sevimli bir utangaçlıkla. Sonra filmler ve yaşam renklendi; ama biz, kaybettik asıl renklerimizi, asil renklerimizi: Siyahı ve beyazı… Şimdiki bir delikanlının kız arkadaşını sinemaya daveti de şöyle: “Hadi lan! Sinemaya gidelim.”
Lan (!) ne demeli ki şimdi sana?..

Ve daha sayısız örnek. Acı. Ekildiğini gördüğümüz, seyrettiğimiz ve şimdi meyvesini topladığımız bir acı. Suç kimin? Herhalde en son, günah keçisi yaptığımız çocuklarımızındır…

Büyüklerimiz de uydu renklenen yaşama ve dile:

‘Kapalı spor salonu’ diyor büyükler. Sanki açık salon olurmuş gibi. ‘Spor salonu’ desek yetmez miydi?

Koca koca televizyonlarda söyleniyor ve büyükler (futbolu çok severiz ya) tekrarlayıp duruyor: “Maçtaki pozisyonları ‘ağır çekimde’ yeniden izledik.” Sanki kameraman ağır ağır çekiyor o pozisyonları... Ağırlaştırılan şey, gösterim değil mi? O halde ‘ağır gösterim’ neden demiyor büyüklerimiz?

Bakın bakalım inşaatların duvarlarına, ne yazıyor: “İzinsiz inşaata girilmez.” Sanki izni alınan inşaata girebilirmişiz ve kafamıza bir tuğla düşmezmiş gibi. İzin inşaatla mı ilgili ki? “İnşaata izinsiz girilmez.” yazsalar olmaz sanki büyükler…

Başka bir tabelada şunu sıkça görmüyor musunuz: “Ağrısız kulak delinir.” Ağrı kulakla mı ilgili, ağrılı olsa delinmez miydi? “Kulak ağrısız delinir.” demez ama nedense büyükler.

“Oğlum, ilk aklına geleni söyleme.” diyor biri. Sanki çocuğun ‘ilk aklı, ikinci aklı, üçüncü aklı…’ varmış gibi. “Oğlum, aklına ilk geleni söyleme.” dese, çocuk da doğru öğrenecek dilini oysa.

Büyüklerin yanlışları da saymakla bitmez. Büyükler anadili, analarından öğrendikleri gibi mi aktarıyorlar çocuklarına ki kolaycılığa kaçıp gençleri suçlayalım ve kurtulalım illetten?

Peki, bunca acıklı bir tablo varsa ve buna kafa yormak gerekiyorsa, acaba asıl nereye odaklanmalı? Çok net aslında odak. Bazı istatistik bilgiler, haykırıyor aslında yaranın nereden kanadığını ve doğal olarak nereden iyileştirilebileceğini:

Japonya’da yılda kişi başına 25 kitap, Avrupa’da ortalama 10 kitap okunurken, Türkiye’de 10 kişiye yılda “1” kitap düşüyor.
Öğrencilerimizin %6’sı hiç kitap okumuyor, %59’u son bir yılda çıkan hiçbir kitaptan haberdar değil. (Büyüklerin haberdar olduğu sonucu asla çıkmaz buradan)

Yaklaşık 7 milyon nüfuslu ve yokluklar içinde boğuştuğunu düşündüğümüz Azerbaycan’da kitaplar ortalama ‘100 bin’ basılırken, AB üyesi olmaya hazır(!) 70 milyonluk Türkiye’de bu sayı yaklaşık 2-3 bin. Piyasada gördüğünüz kültür kitaplarının %60’ının, üniversite kitaplarının da %90’ının KORSAN olduğunu da belirtirsek, söz yerini bulur belki…

Japonya’da 2 kişiye bir gazete düşüyor, Türkiye’de de (daha spor sayfası ve magazin sayfaları için) 20 kişiye 1 gazete…

Bizim yıllık kitap harcamamız kişi başına 2 dolar, Batı’da ise kişi başına 500 dolar. (Buradan ‘yoksulluğumuz nedeniyle böyle’ sonucu asla çıkarılamaz. Marllboro değil de başka bir sigara içse sevgili büyüğümüz, her ay 5-6 kitap rahatlıkla alabilir evine çünkü)

Bu tablo, kör gözümüze parmak (ne parmağı, gövde) böylece coğrafyamıza çöreklenmişken, dil bilinci yok diye ağlamak, yasak savmak olur, olsa olsa. Yapılacak iş bu yangının üzerine gitmektir; tüm yetkili, etkili; kişi, kurum ve kuruluşlarla.

Dil, anlaşma aracı olmaktan çıkarsa tümüyle; yani anlaştıramaz hale gelirse, bu kirlenmenin az ötesinde, yangına su yetmeyecek. Bu tabloyla savaşılmalı önce. Baksanıza şu anda neden olduğu sonuçlardan birine:

Türkiye’de kahvehane sayısı “400 bin”in üzerinde, kütüphane sayısıysa 400. Binde biri yani. (Bu arada tiyatro sayısını söylersek, ele güne ayıp olur.)

Bu gidişi değiştirmek, bu ülke için yapılabilecek her işten daha öncelikli ve daha erdemli bir iştir. Hem de kişi, kurum ve kuruluşlar topu birbirlerine atmadan, bir seferberlik anlayışıyla omuz omuza gitmelidirler yangının üzerine…

Bu tablo değişmedikçe yarına umutla bakılamaz. Umut, yerini kaygılara ve sonucu bugünden kestirilemeyecek kargaşalara bırakır. Yoksa yarın, yaşayacağımız “manyak sorunlar”la “oha olacağız” ve hepimize “sus gelecek.” “Arka fon”da da “full hüzün dolu” bir geçmiş kalacak. Vakit geç olmadan uyanalım artık. Çok uyuduk, herkes yanındakini uyandırsın.

Vedat SÜMBÜL

9 Eylül 2014 Salı

"hakkari'de bir mevsim"



“İlk derse girer, “Kaleminizi, defterinizi çıkarın çocuklar” der.
Ama görür ki, ne defter var, ne kalem…
Çareyi dersi açık havada yapmakta bulur.
Küçük bir kızı çağırır ortaya, “Sen güneş ol”.
Bir oğlan çocuğuna seslenir sonra, “Sen de dünya ol, dön etrafında”…
* * *
Gün gelir, dönem biter.
Ve veda konuşmasına gelir sıra:
"Yavrularım, size bir çok şey öğrettim, örneğin dünyanın döndüğünü…
Bütün öğrettiklerimi unutun.
Dünyanın döndüğünü öğrendiniz, ama burada, bu dağ başında her şey farklı.
Belki benim için gerçek olan, sizin için gerçek değildir.
Öğrettiklerimin çoğu böyleyse, bağışlayın beni…
Ama bilin ki, hiçbir şey alın yazısı değildir.”

Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim romanından uyarlanan film.”

Genco Erkal ne güzel adamdır