10 Eylül 2014 Çarşamba
OHA OLDUK!
OHA OLDUK!
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en biricik araçtır ve bu özelliği nedeniyle de kuşkusuz en önemli kurumdur. Tarihsel akış içerisinde bilginin taşınmasını olanaklı kılarak, birikim yoluyla uygarlıkların oluşmasını, insanlar arasındaki iletişimi düzenleyerek de sağlıklı toplumsal yapılar içinde yaşanabilmesini sağlayan tek olanak, dildir. Bir insan topluluğunu uzun vadede zayıf düşürmek isteyenler, bu nedenle, önce o toplumun diline saldırırlar. Elbette, bu saldırıyı görüp görmezden gelenlerin yaşadığı ülkelerde başarılı da olurlar.
Bilimde, teknolojide, sanatta gelişmişliği tartışılmayan, yani kimsenin yan gözle bakmaya bile cesaret edemeyeceği toplumlar dikkatle incelendiğinde, oldukça ciddi bir dil bilinciyle karşılaşılır: İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya… örnekleri herhalde fazlasıyla yeterlidir. Şimdinin süper gücü Japonya’nın, atom bombasıyla yerle bir oluşunun üzerinden kaç yıl geçti ki daha? Mucizenin sırrı, yerin yedi kat dibinde değil; birkaç paragraf aşağıda öylece duruyor.
Peki, dil bilinci noktasında, dikkati kendimize yoğunlaştırdığımızda görülen manzara ne? Üzücü de olsa, canımızı da yaksa; görmek, söylemek, yazmak gerekiyor: Yangın büyük…
Özellikle son çeyrek yüzyılda, dil alanında, aklın mantığın sınırlarını aşacak boyutta bir duyarsızlık yaşanmakta coğrafyamızda ve eli kolu bağlı seyrediyoruz bu korkunç manzarayı. Yüzyıllar öncesi dilimize yönelen Arapça, Farsça, ardından Fransızca ve nihayet İngilizce akınını öylece seyrettiğimiz gibi. Duyarsızlık, korkunç; seyirci kalmak, daha da korkunç. Seyirci kalmak, suça ortaklıktı hani?..
Bulduğumuz her yükseltiden kendilerine seslenmeyi, onlara değerli emanetler bırakmayı çok sevdiğimiz gençlerimiz, gündelik yaşamlarını 200-300 sözcükle sürdürüyorlar. Binlercesi dururken ve onlarla Yunus’umuz, Karacaoğlan’ımız, Nazım’ımız, Yaşar Kemal’imiz ve daha nice ustamız ölümsüzleşmişken, binlercesinin içinden topu topu 200-300 sözcük.
Aşkını, özlemini, korkusunu, umudunu, coşkusunu, öfkesini… aynı 300 sözcükle nasıl anlatabilir ki bir insan?.. Ya da bunca farklı duygu-düşünce nasıl aynı sözcüklerle anlatılabilir ki? Aslolan insanın mutluluğu değil midir bütün öğretilerde? Kendini anlatamayan; beynini, yüreğini sözle açamayan insan (hele de bir genç) nasıl mutlu olacak?
Gençlerimizin popüler ifadeleri, bu çözülmeyi anlatmaya fazlasıyla yeterli. Bu ifadeleri, onlara yüklenen anlamı da bir parça irdeleyerek örneklemeli belki…
Bir beğeni ifadesi: “Kazağın ‘manyak güzel’ abi!”
Manyak? Güzel? Bu iki söz birbiriyle nasıl ilişkilenebilir ki? Abi, seslenişindeki bayağılık da cabası işin.
Bir kalabalık/doluluk ifadesi: “Ev ‘full dolu’ Muti’cim.”
Full zaten dolu demek. Cümle, gereksiz yere fullenmiş olmuyor mu böyle. Asıl cümleler “full dolu Muti’cim”, gereksiz bir yığın sözle, sesle…
Bir betimleme ifadesi: “Arka fondaki sonbahar manzarası ultra güzeldi.”
Eee! Fon zaten arka demek…’Ultra güzel’ oluyorsa ‘viyole güzel’ de olur mu ki?..
Bir şaşırma ifadesi: “Filmin bir sahnesi vardı, hepimiz ‘oha olduk’ yani.”
Oha artık! .. Bu da mı gelecekti başımıza? Oha olunca, ne hale gelmiş oluyor ki insan?..
Bir sessiz kalma ifadesi: “Duyduğum sözlerden sonra ‘sus geldi’ bana.”
‘Kal gelme’ ve ‘böö gelme’ gibi gelme çeşitleri de var ayrıca.
Pırıl pırıl bir delikanlı, kız arkadaşını sinemaya nasıl davet eder? Filmlerde vardı eskiden, hani hâlâ buruk bir hüzünle izlediğimiz siyah beyaz filmlerde: Delikanlı, en güzel giysileri içinde ve şiirsel sözlerle iletirdi davetini; sevimli bir utangaçlıkla. Sonra filmler ve yaşam renklendi; ama biz, kaybettik asıl renklerimizi, asil renklerimizi: Siyahı ve beyazı… Şimdiki bir delikanlının kız arkadaşını sinemaya daveti de şöyle: “Hadi lan! Sinemaya gidelim.”
Lan (!) ne demeli ki şimdi sana?..
Ve daha sayısız örnek. Acı. Ekildiğini gördüğümüz, seyrettiğimiz ve şimdi meyvesini topladığımız bir acı. Suç kimin? Herhalde en son, günah keçisi yaptığımız çocuklarımızındır…
Büyüklerimiz de uydu renklenen yaşama ve dile:
‘Kapalı spor salonu’ diyor büyükler. Sanki açık salon olurmuş gibi. ‘Spor salonu’ desek yetmez miydi?
Koca koca televizyonlarda söyleniyor ve büyükler (futbolu çok severiz ya) tekrarlayıp duruyor: “Maçtaki pozisyonları ‘ağır çekimde’ yeniden izledik.” Sanki kameraman ağır ağır çekiyor o pozisyonları... Ağırlaştırılan şey, gösterim değil mi? O halde ‘ağır gösterim’ neden demiyor büyüklerimiz?
Bakın bakalım inşaatların duvarlarına, ne yazıyor: “İzinsiz inşaata girilmez.” Sanki izni alınan inşaata girebilirmişiz ve kafamıza bir tuğla düşmezmiş gibi. İzin inşaatla mı ilgili ki? “İnşaata izinsiz girilmez.” yazsalar olmaz sanki büyükler…
Başka bir tabelada şunu sıkça görmüyor musunuz: “Ağrısız kulak delinir.” Ağrı kulakla mı ilgili, ağrılı olsa delinmez miydi? “Kulak ağrısız delinir.” demez ama nedense büyükler.
“Oğlum, ilk aklına geleni söyleme.” diyor biri. Sanki çocuğun ‘ilk aklı, ikinci aklı, üçüncü aklı…’ varmış gibi. “Oğlum, aklına ilk geleni söyleme.” dese, çocuk da doğru öğrenecek dilini oysa.
Büyüklerin yanlışları da saymakla bitmez. Büyükler anadili, analarından öğrendikleri gibi mi aktarıyorlar çocuklarına ki kolaycılığa kaçıp gençleri suçlayalım ve kurtulalım illetten?
Peki, bunca acıklı bir tablo varsa ve buna kafa yormak gerekiyorsa, acaba asıl nereye odaklanmalı? Çok net aslında odak. Bazı istatistik bilgiler, haykırıyor aslında yaranın nereden kanadığını ve doğal olarak nereden iyileştirilebileceğini:
Japonya’da yılda kişi başına 25 kitap, Avrupa’da ortalama 10 kitap okunurken, Türkiye’de 10 kişiye yılda “1” kitap düşüyor.
Öğrencilerimizin %6’sı hiç kitap okumuyor, %59’u son bir yılda çıkan hiçbir kitaptan haberdar değil. (Büyüklerin haberdar olduğu sonucu asla çıkmaz buradan)
Yaklaşık 7 milyon nüfuslu ve yokluklar içinde boğuştuğunu düşündüğümüz Azerbaycan’da kitaplar ortalama ‘100 bin’ basılırken, AB üyesi olmaya hazır(!) 70 milyonluk Türkiye’de bu sayı yaklaşık 2-3 bin. Piyasada gördüğünüz kültür kitaplarının %60’ının, üniversite kitaplarının da %90’ının KORSAN olduğunu da belirtirsek, söz yerini bulur belki…
Japonya’da 2 kişiye bir gazete düşüyor, Türkiye’de de (daha spor sayfası ve magazin sayfaları için) 20 kişiye 1 gazete…
Bizim yıllık kitap harcamamız kişi başına 2 dolar, Batı’da ise kişi başına 500 dolar. (Buradan ‘yoksulluğumuz nedeniyle böyle’ sonucu asla çıkarılamaz. Marllboro değil de başka bir sigara içse sevgili büyüğümüz, her ay 5-6 kitap rahatlıkla alabilir evine çünkü)
Bu tablo, kör gözümüze parmak (ne parmağı, gövde) böylece coğrafyamıza çöreklenmişken, dil bilinci yok diye ağlamak, yasak savmak olur, olsa olsa. Yapılacak iş bu yangının üzerine gitmektir; tüm yetkili, etkili; kişi, kurum ve kuruluşlarla.
Dil, anlaşma aracı olmaktan çıkarsa tümüyle; yani anlaştıramaz hale gelirse, bu kirlenmenin az ötesinde, yangına su yetmeyecek. Bu tabloyla savaşılmalı önce. Baksanıza şu anda neden olduğu sonuçlardan birine:
Türkiye’de kahvehane sayısı “400 bin”in üzerinde, kütüphane sayısıysa 400. Binde biri yani. (Bu arada tiyatro sayısını söylersek, ele güne ayıp olur.)
Bu gidişi değiştirmek, bu ülke için yapılabilecek her işten daha öncelikli ve daha erdemli bir iştir. Hem de kişi, kurum ve kuruluşlar topu birbirlerine atmadan, bir seferberlik anlayışıyla omuz omuza gitmelidirler yangının üzerine…
Bu tablo değişmedikçe yarına umutla bakılamaz. Umut, yerini kaygılara ve sonucu bugünden kestirilemeyecek kargaşalara bırakır. Yoksa yarın, yaşayacağımız “manyak sorunlar”la “oha olacağız” ve hepimize “sus gelecek.” “Arka fon”da da “full hüzün dolu” bir geçmiş kalacak. Vakit geç olmadan uyanalım artık. Çok uyuduk, herkes yanındakini uyandırsın.
Vedat SÜMBÜL
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder