23 Aralık 2014 Salı

Neale Donald Walsh - Tanrı ile Sohbet


“Tüm insan davranışları en derin boyutta iki duygudan biriyle motive edilir. 
KORKU ya da SEVGİ. Gerçekte yalnızca iki duygu vardır. Ruhun dili iki sözcükten ibarettir. 
Her insan düşüncesi ve davranışı ya sevgiden ya da korkudan kaynaklanır…... 
Diğer tüm duygular bu iki temel duygunun değişik versiyonlarıdır.
İnsanlar işte bu nedenle tekrar tekrar aynı deneyimleri yaşıyor. Bir sarkacın iki ucu gibi. 

Bir duygudan diğerine gidip geliyorlar. Sevgi korkuya, korku sevgiye dönüşüyor…
Bunun üzerine derin düşününce doğru olduğunu göreceksiniz…”

Neale Donald Walsh - Tanrı ile Sohbet

İstedim ki acı konuşsun kendi dilini
Yine de anlatamıyorum bunca acıyı,
yeni kipler bulmalıyım.
Oysa her dilde karşılığı vardır,
mutluluğun sevincin.
Ama bunca zulüm haksızlık varken,
mutluluğun diyorum şiirini yazamıyorum,
yeni diller bulmalıyım...........M.K.KAYA....

Birde kuşlar var hakim bey,
her şeyin başı onlar.
Onlar özgürlüğü koyuyor insanların kafasına.
Baksanıza, terörist terörist uçuyorlar.....Ahmet Arif

16 Aralık 2014 Salı

Tiranlar ve Saraylar



Tiranlar ve Saraylar 
12 KASIM 2014 HACI ANIL
Askeri güçleri de arkasında alarak kendi tiranlıklarını kurup, yoksul halkın elinde avucunda ne varsa gasp ettiler. Gasp ettikleriyle de saraylar yaptılar. Yani nemrutların o şatafatlı kulesinin, firavunların devasa piramitlerinin gizinde mazlumların acıları vardır.
.
Sınıflı toplumların ortaya çıkışına borçludur varlıklarını saraylar ve tiranlar..
Avcı toplayıcı bir toplum olan ilkel komünal dönemde ne tiran vardı, ne de saray. Çünkü erkeklerin avcı, kadınların ise toplayıcı olduğu ancak ihtiyacını zar zor karşıladığı bu çağda doğal olarak her şey eşit paylaşılırdı. Ne zaman ki insanlık geliştirdiği alet edevatla tükettiğinden fazlasını üretmeye başladı, işte bundan sonra tüketilenden arta kalan fazlalığa birileri çalmak için göz dikmeye başladı.
.
Bu hırsızların isimleri tarihi dönemlere göre kimi zaman şah oldu, kimi zaman padişah, kimi zaman kral. Askeri güçleri de arkasında alarak kendi tiranlıklarını kurup, yoksul halkın elinde avucunda ne varsa gasp ettiler. Gasp ettikleriyle de saraylar yaptılar. Yani nemrutların o şatafatlı kulesinin, firavunların devasa piramitlerinin gizinde mazlumların acıları vardır.
.
İşte bu yüzden mazlumların belleklerinde binyıllardır hep bir kötülük işareti ve vasfı olarak nakşedilmiştir isimleri. “Nemrut surat” ile tepeden tırnağa kötülük kuşanmış kişilikler tasvir edilirken, zorbalığın adı ise “firavunluk” olarak anlamını bulmuştur halkların belleklerinde. Nemrut deyince devasa Babil kulesi ya da Babil’in üzüm bağları, firavun deyince piramitler gelmemesinin nedeni de budur.
Devasa sarayları yapmak için dizginsiz bir sömürü gerekir ve bu dizginsiz sömürüye karşı gelen halkı ancak tiranlıklar dizginleyebilir. Bu yüzden tiranlar tiranlıklarını, uyguladıkları baskı ve katliamlardan almışlardır.
.
Sümerlerde Nemrut, Mısır’da Firavun
.
…ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear (Sümer) diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. Yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil dendi.
.
Tevrat’ta böyle anlatılır Babil Kulesi’nin yapılış amacı ve tanrının gazabıyla nasıl yıkıldığı. Rivayetlere göre Nemrut, Hz. İbrahim’in tanrısını görmek ve onunla yarış etmek için o devasa Babil Kulesi’ni yaptırmıştır.
.
O döneme ilişkin kaynaklara baktığımızda tanrının bile öfkesini çeken şeyin sadece tanrı ile girilen rekabet olmadığını; zenginliğin, şatafatın ve bunun getirdiği zalimleşmenin de bunda rol oynadığını görebiliriz.
.
Sümer Kralı Nemrut zenginliği, mülkü ve şatafatlı yaşamıyla nam salmış biridir. Kölecilik dönemine denk gelen yaşamı bitmez tükenmez iki zenginliği birleştirmiştir. Bu zenginlikler verimli Mezopotamya toprağı ve sınırsız sömürüye açık köle emeğidir. Nemrut’un zenginliğinin sırrı burada gizlidir. İhtişam mı gaddarlığı yaratır, gaddarlık mı ihtişamı yaratır tartışılır, ama kesin olan her ikisinin birbirini beslediğidir; biri olmadan diğerinin olmayacağı gerçeğidir.
.
Nemrut, bu zenginlik ve sömürü içinde kendini tanrı mertebesine çıkaran tiranlardan biridir. Tüm zenginlikleri elinde toplamış biri olarak, yoksul bıraktığı köylülerin bir kap yemek, kışı geçirecek kadar tahıl için sarayının kapısında yalvar yakar olmasına sebep olan bir sistemin tanrısıdır. Köleleri dışında yoksul köylülerden dahi kimin aç kalıp kalmayacağına ve hatta kimin yaşayıp yaşamayacağına karar veren bir zulüm sisteminin yarattığı canavardır. Güç ve zenginlik bu canavardan bir tanrı yaratmıştır.
.
Mısır’da firavun ve köle cesetleri üzerinden yükselen piramitler
.
Mısır piramitlerinin yüzyıllardır nasıl yapıldığını, o devasa kayaların nasıl şekil verilip taşındığını tartışır durur tarihçiler. Oysa meselenin özü çok basittir. Mısır’da kölelerin çokluğu ve bu kölelerin hayatlarının ucuzluğu düşünüldüğünde, o devasa kayaların nasıl taşındığının gizi de ortaya çıkar.
.
M.Ö. 2550’li yıllara denk gelen bir tarihten bahsediyoruz. Bu tarihlerde böylesi devasa bir yapının tamamlanışının 14 ilâ 20 yıl sürdüğü sanılmaktadır. Yapımında ağırlıkla köleler kullanılmıştır. Toplam ikiyüzbin kölenin çalıştırıldığı varsayılmaktadır. Büyük piramidin yapımında ağırlığı 2,5 ton olan 3 milyon kaya kullanılmıştır. 1
.
Yönetim biçim ve despotluğu Nemrut’tan geri kalmayan firavunlar, öldükten sonra bile ayrıcalıklı gömülmek için bu devasa piramitleri yaptırmışlardır. Yapımı sürecinde kaç insanın ölümüne neden oldukları ise hâlâ bir sırdır. Ancak mezarlıklardaki cesetler incelendiğinde omurgalarına büyük yükler bindiği ortaya çıkmıştır.
.
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince? 2
.
Mısır piramitlerini yoksul halkın hem parasıyla hem de emeğiyle yaptırdıkları halde firavunlar, tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kendilerini kabul ettirmeye çalışırlar. Bunu yaptıran, ellerinde topladıkları güçtür. Firavun aynı zamanda hem tanrıdır hem de hukuk sisteminin başıdır; yasa çıkaran ve adalet dağıtan kişi konumundadırlar. Tüm despotluklarını meşrulaştırmak ve kendilerine kutsiyet atfetmek için tanrısal bir güç ya da tanrının temsilcisi olarak tanımlamışlardır.
.
Her ne kadar Herodot “Mısır, Nil’in bir armağanıdır,” dese de, yaratılan bu medeniyetin ve zenginliğin temelinde sömürü çarkı yatmaktadır. Güçlü ordusu ve halkı soyan maliyesi firavunların en büyük dayanağıdır. Bu dayanak ile talan seferleri yaptıkları gibi kendi halkını iliklerine kadar sömürme olanağı yakalamaktadırlar. Sömürü ve despotluklarını perdelemek için de kendilerini kutsallık mertebesinde göstermektedirler.
.
Ancak ne kutsallık zırhı ne de despotlukları halkın başkaldırısının önüne geçemez.
.
“Bir bilgenin uyarısı, köylülerin, zanaatçıların ve kölelerin, bütün Mısır’ı saran kitle halindeki bir başkaldırısından bahseder. Başkaldıranlar, hiçbir şeyleri olmayan sefil insanlardır; hükümdarları esir alır, zenginleri kaşanelerinden kovar; firavunların mumyalarını mezarlarından fırlatır atar, tapınakları işgal eder ve ayinlere son verirler. Hükümdarın, senyörlerin ve ruhban zümrenin ambarlarını ele geçirip içlerindeki bütün buğdayları ulusal mülkiyete tabi olarak ilan ederler.” 3
.
Her saray yoksulunu, her tiran da isyancısını yarattır
.
Saraylar saltanatlar çöker
kan susar birgün zulüm biter.
menekşeler de açılır üstümüzde
leylaklar da güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler…
.
Devrimci ozan Adnan Yücel’in muştuladığı gibidir sarayların ve saltanatların sonu. Çünkü egemen sınıfların sarayı, saltanatı ve şatafatlı yaşamı, halkın daha fazla yoksullaştırılması üzerine inşa edilir. Bu yoksulluk ise tiranlığın bugünkü karşılığı olan faşizmle denetlenmeye çalışılır. Ancak Mısır’da da görüldüğü gibi halk kendisini yoksul bırakanı, ölüme mahkum edeni unutmaz. Bu yüzden hemen her halk ayaklamasının ilk ve en önemli hedefi saraylar olmuştur. Yine Büyük Ekim Devrimi’nde ve diğer halk ayaklanmaları ve devrimlerde olduğu gibi, halkın ilk ve en önemli hedefi zalimlerin kışlık sarayları, “Ak Saray”ları olmuştur, olacaktır.
.
Bugün ülkemizde AKP tarafından yapılan saray ile tarihteki sarayların yapılış dönemi ve koşulları benzerdir. Her yıl binlerce işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği ve bu emekçilerin sefalet ücretine mahkum edildiği bir ülke, tiranların ve firavunların ülkesinin yönetim biçimiyle aynıdır.
.
Halkın kanı, canı ve emeği üzerinde inşa edilen hiçbir sarayın temeli sağlam değildir. Halkın baskı ve terörle susturulmuş olmasına aldanılıp yapılan sarayların temelleri, yine halkın kıpırdamaya başladığı dönemde çatırdamaya başlar. Halk ayaklandığında ise saray tuzla buz olur. Tarihsel gerçekler bunu söylüyor.


@AnlHac


Dipnot/lar

http://tr.wikipedia.org/wiki/Keops_Piramidi ↩
B. Brecht, “Okumuş Bir İşçi Soruyor” ↩
S. Tanilli, Yüzyılların Geçeği ve Mirası. Cilt 1, s. 95 ↩
http://gezite.org/tiranlar-ve-saraylar/


7 Aralık 2014 Pazar

Mustafa Kaya - Deli Gözbebekleri


Değil birkaç 
değil beş on
otuz milyon

bizim!
Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!
Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
Bunlar!
Yürüyen parçaları
o kurak
toprakların!
Kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak
bir karın
taşıyor!
Kimi
deri... deri!
Yalnız
yaşıyor
gözleri!
Uzaktan
simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman balı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri,
gözbebekleri!
Hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar
öyle bakarlar ki!...
Ağrımız büyük!
büyük!
büyük!
Fakat
artık imanımıza inemez tokat!
Demirleşti bağrımız,
çünkü ağrımız
30.000.000
deli gözbebekleri!
Gözbebekleri!
Ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam!
Belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
"kaçık"
diyen adam!
Sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan,
bir mana
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
Deli gözbebekleri!
Gözbebekleri!
NAZIM HİKMET

1 Aralık 2014 Pazartesi

Düşmanların ve Sen

Düşmanların ve Sen

Bir terslik var bu dünyada.
En güzel evlerde, o evleri yapanlar oturmuyor mesela. Ekmeğin en güzelini, buğdayın en dolgununu biçenler yiyemiyor. 

Emek bizim, ama doyan biz değiliz. Bir kendimize, bir de dünyaya bakıyoruz. Binalar giderek yükseliyor, şehirde 
sokaklar giderek ışıldıyor, ekonomi giderek büyüyor diyorlar, ama bizim ellerimiz giderek yoksullaşıyor, nasırlaşıyor.

Yoo, haksızlık etmeyelim. Emeğimizin karşılığını hiç alamıyor değiliz.

Mesela demir döküyoruz, hapishanemize, hücremize parmaklık oluyor.

Otomobil üretiyoruz, içine çocuklarımızı atıp kaybediyorlar. 

Şu dünyada kaç emekçinin boğazına sarılmıştır, yine bizim gibi emekçilerin ürettiği o yağlı urgan? 
Bunun kendi kendini boğmaktan farkı var mı?

Fark ediyor musunuz bilmem?

Ancak kendimize düşman olmamız şartıyla bu ülkenin sokaklarında yürümemize izin var.

Emeğimizi çalacaklar, başımızı eğip ineceğiz madene tekrar. “Evini yıkacağız” diyecekler, söylene söylene toplanıp çekip gideceğiz o gece.

Bizi çürütmeyen, bizi kendimize düşman etmeyen her şeyse suç olacak:

“Evimi yıktırmam” demek, emeğimizin karşılığını istemek, evimizdeki kitap, dilimizdeki türkü, attığımız slogan… Yasak.

Belki sen de şu “örgütle mörgütle işim olmaz” diyenlerdensin, kim bilir. Oysa yıllar, yıllar önce seni, sana düşman bir örgütün üyesi yaptılar. Okulda çift sıra olarak başladın emir almaya; haz’rola durdun askerde. Sana üzerine yapışıp, bir ömür çıkmak bilmeyecek bir meslek verdiler. Her Allahın günü bir patron için sabah kalkıp şu saatte, şu kadar saat çalıştın, üyesi olduğunu fark etmediğin bu örgütte.

Ama insan hem kendine düşman olup, hem de yüzünde bir gülümsemeyle yaşayabilir mi?

Yaşayamadın sen de. İşte bu yüzden ikiye bölünüyorsun sürekli: Kendinden nefret etmekle, kendini çok sevmek arasındasın. Ülkendeki insanların haline acırken, derin bir öfke duyuyorsun onlara içten içe. Bir yanın halk düşmanlarına güvenmek isterken, kafanda bir ses düşürüyor seni şüpheye. Senin gibilere düşman olmakla, seni ezenlere küfretmek arasında bütün gelgitlerin.

Oldu ki kendine düşman olmayı reddettin bir gün. Ve nihayet sormaya başladın kendine: Kim dinlendi ben yorulurken? Kim doydu ben acıkırken? Kim tutsaktı, ben özgürken?

Ve patron için değil de, halkın için akmaya başladı diyelim alın terin. Sürsün diye değil de, bitsin diye işler oldu ellerin. Sevdiklerinle sevmediklerin yer değiştirdi, düşmanlarının ve dostlarının adını yeniden seçtin. Hayallerin değişti, sen değiştin.

Basarlar o zaman düşlerini bir gece, acımazlar.

İş cinayetinde değil de, sokak ortasında kurşunlayıp, bir hapishane hücresinde öldürecek kadar nefret ederler senden. Onların kontrolünün dışında bir şey olsun, insanlar onların düzeninden başka bir düzen hayal etsin istemezler. Yoksa hayallerini yalanlara boğarlar, boğamazlarsa hayallerini kimseye anlatamayacağın yerlere kapatırlar. Onu da beceremezlerse…

Ama yine de anlayamayacaklar. İşte bu da onların ölümcül hastalığı.

Çünkü bu çağda anlamak ve çelişkileri çözmek bize has. Nasıl böyle çoğaldığımızı, nasıl böyle cüretli olduğumuzu, bizi neden ölümle korkutamadıklarını çözemedikçe korkacak, saldırganlaşacaklar. Korku dünyayı anlayamayan beyinlere çöken karanlıktır. Bu karanlık onların sonu olacak.

http://proleteren.wordpress.com/2012/12/19/dusmanlarin-ve-sen/


Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibariyle,kapitalist 
bir makinedir, kapitalistlerin devletidir,toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir.
Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kollektif kapitalist durumuna gelir, 

yurtdaşları okadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz. 
Bilakis doruğuna tırmandırılır.

 Friedrich Engels,
( Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni,)

KABİL veya İTAAT’E KARŞI KUŞKU


























KABİL veya İTAAT’E KARŞI KUŞKU

“Dünya, itaatsizlikle var oldu ve itaatle yok olacak.” diyor Erich Fromm. José Saramago da Kabil’de insanlığın başlangıcına uzanıyor; onu var eden bu ilk itaatsizlik eylemine…

Ama Adem ve Havva’yı almıyor merkeze. Çünkü insandan doğan ilk insan Kabil ve biz onun temsiliyiz, o da bizim… Yani düzeneğin merkezinde yer alan Kabil, aynı zamanda biziz; merkezdeyiz. Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürmesi, onun hikâyesinin insanlığın hikâyesi olduğunu gösteriyor. Çünkü insan, aykırı olandır; o, hayvanların aksine, doğaya ve kurallara aykırı olduğu, karşılığında yaratıcı ve emrindeki doğa tarafından cezalandırıldığı sürece insandır.

Nobel ödüllü Saramago’nun, ölümünden önce yazdığı bu son romanı ancak ölümünden sonra basılabildi; klişeleri usta ironisiyle besleyip önümüze sunan yazar, meğer ömrünün sonuna doğru insanlığın başlangıcını yazmış.

Daha önceki romanı İsa’ya Göre İncil, Yeni Ahit’ten uyarlamaydı; ve birçok polemiği de yanında getirmişti. Öyle ki Portekizli yazar kalan ömrünü sakince geçirmek istemiş, Kanarya Adalarına yerleşmişti. Son romanı Kabil ise, Eski Ahit’ten, oldukça iyi bilinen öykülerden uyarlama. İşte bu devrede Saramago’nun kendine has lezzeti olan üslubu ve modern şüpheciliği giriyor devreye ve Ademoğlu, Tanrı, Din üçgeninde, inançlarımızı sorgulamaya götürüyor, zihnimizde kurgulanmış kavramları yeniden tartmaya çağırıyor bizi.

Roman, Adem ile Havva’nın itaatsizlikleri sonucu ‘yaşam’ ile cezalandırılmalarıyla başlar. Adem ile Havva, bir türlü yaşamın sıkıntılarına anlam veremezken büyük oğulları, Tanrı tarafından reddedilen Kabil, Tanrı tarafından kabul edilmiş kardeşi Habil’i öldürür. Ama Saramago’ya göre Kabil bencil ve kötü olan değil; aksine sorgusuz itaat eden ‘iyi’ler ve onların eylemleri kötü olan. Bu şüpheci kardeş katili, “eylemlerine akıl sır ermeyen Tanrı”ya, onun kendisinin de aslında o kadar masum olmadığını söyler. Onu, kadere hükmetme gücü olduğu halde olacakları durdurmamakla suçlar. “Efendi” Kabil’in yargısına hak vermekle beraber, yine de kulunun bu cinayeti kendi hür iradesiyle işlediğini, bunun cezasız kalamayacağını söyler ve onu dünya üzerinde zamansız, amaçsız dolaşmaya mahkum eder. Lanetlenen Kabil, bitirilememiş Babil Kulesi’ne, Tanrı’nın gazabına uğramış Sodom ve Gomore’ye gider; İbrahim’in oğlunu kurban etme teşebbüsüne tanık olur; femme fatalelerin ilki Lilith ile tanışır; servetlerin servetine sahip Eyüb’ün uğradığı felaketleri görür ve kendini Nuh’un gemisinde bulur. Her yolculuğunda, yaşananlara bir şekilde etkisi olur; Tanrı’yı ve onun akıl sır ermeyen eylemlerini gözlemler; sorular sorar, cevaplar arar. Zaman zaman aradığı cevapları ona vermek üzere Tanrı belirir karşısında; ama aldığı hiçbir cevap, Kabil’in şüphelerini gideremez ve Kabil, kardeşini öldürerek yapmaya çalıştığı şeyiromanın tadını kaçırmamak adına bunun ne olduğunu belirtmiyoruz nihayet nasıl yapacağına karar verir ve içinde en ufak sızı dahi duymadan eylemini gerçekleştirir. Çünkü biliyordur ki, “İnsanların tarihi, tanrı’yla anlaşmazlıklarının tarihidir; o bizi anlamaz, biz de onu anlamayız.”

Kabil’in kapağında Tiziano Vecellio’nun 1540’lı yıllarda yaptığı yağlı boya tablosundan, Kabil ile Habil figürleri var. Ressam, tabloda bizlere, yalvarırcasına elini kardeşine uzatmış yerde yatan Habil’in ızdırabını hissettirir. Çünkü figürleri, yerden yukarıya doğru görürüz, neredeyse Habil’in gözünden… Buradan hareketle Vecellio’nun tablosunda temsilimizin Habil olduğunu düşünebiliriz; acı içinde kıvranan, katledilen… Ama Saramago romanında, bizi zaman zaman Habil yerine koyuyor olsa da, daha çok Kabil’e benzediğimiz sonucuna varıyoruz. Ayrıca romanda bildiğimiz, üzerinde düşünme ihtiyacı dahi hissetmediğimiz birçok şeyle, bu kez düşünmek kaydıyla yüz yüze geliyoruz. Bunlardan en ilginci de itaat etmedikçe insan olabildiğimiz gibi ilginç, insanı derin düşüncelere sevk eden cümleler. Bu yönüyle felsefeyle iç içe bir kurgu sunmuş yazar bize bu son kitabında. Ve sorular… İnsanların asırlardır cevap bulamadığı soruları, yüz elli iki sayfaya tüm çıplaklığıyla ve olanca ilginçlikleriyle sığdırmış. Işık Ergüden oldukça başarılı çevirisinde, Saramago’nun özgün yazımına sadık kalmış ve karşımıza bir çırpıda biten mükemmel bir roman çıkmış.

Kabil
José Saramago
Çeviren Işık Ergüden
Kırmızı Kedi Yayınevi 152 sayfa


http://ceviri-yorum.blogspot.com.tr/2012/01/kabil-veya-itaate-karsi-kusku.html

27 Kasım 2014 Perşembe

Gençlik ömrün bir parçası değildir

Gençlik ömrün bir parçası değildir

O bir akıl ve idrak durumu, bir irade derecesi, bir hayal gücü, heyecanların kuvvet ve dinçliği, cesaretin korkaklığa, macera iştahının rahat ve asude yaşama sevdasına galebesidir.
Hiç kimse, yalnız birkaç yıl fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz.
İnsanları ihtiyarlatan ideallerinin gömülmesidir.
Seneler cildi buruşturabilir.
Fakat heyecanların feda edilmesi ruhu buruşturur.
Üzüntü, şüphe, nefse itimatsızlık, korku ve yeis;
Bütün bunlar başları eğen ve ilerleyen ruhu tekrar gerisin geriye mezara götüren, uzun, çok uzun yıllardır.
Hepiniz inancınız kadar genç, şüpheniz kadar ihtiyar,
Kendinize olan güveniniz kadar genç, yeisiniz kadar ihtiyarsınız.
Kalbiniz dünyadan, insanlardan ve sonsuzluktan güzellik, sevinç, cesaret, büyüklük ve kuvvet haberleri aldığı müddetçe gençsiniz.
Bütün bu hatlar yıkılmış ve kalbinizin tam ortası, kötümserlik karları ve bağnazlık buzları ile örtülmüşse, o zaman artık muhakkak ihtiyarlamışsınızdır.


Gönderen  hikayelerdirgeriyekalan: Gençlik ömrün bir parçası değildir:



Kimse kimseyi kendine benzetecek kadar üstün değildir.
Çok değil, bizim size duyduğumuz saygı kadar saygı istiyoruz. 
Ölüm korkusuyla, yaşama sevincini unutan insan, dünyaya nasıl iyilikler katabilir. Birine korku verenin korkusu daha büyüktür. Hiçbir yanlışlık susarak çözümlenmez. Sizin özgürlüğünüz bizim BARIŞ'ımızdan geçiyor,tutsaklığınızı görmüyor musunuz?

Şükrü ERBAŞ

17 Kasım 2014 Pazartesi

Abdullah Oral / Nazım Hikmet, Vatan Hainliğine Devam Ediyor Halâ



Nazımın ülkesinde işçisi çifçisi Memuruyla tüm emekçi kesim 
Böylesine siyasi iktidar tarafından yok sayılırken Nazım Hikmet Ran'ı
Vatan Haini olmaktan asla uzak tutamazsınız..

Nazım Hikmet, Vatan Hainliğine Devam Ediyor Halâ.

Vay be vay anasını be
Vay benim ellerimde serpilip gelişen hayat
Vay benim
Aydınlık düşlerime
Saplanan hançer

Vay benim puslu yollarında
Düşüp kalktığım yurdum.

Düşmüşüz iki kollu uçurumun
İki sarkık yanına.

Yüzlerini ayaklar altına almış
İnsanlar yürüyor
Kendi göğünden uzak uçurumlara.

Zulmün pençesine düşmüş özgürlüğüm
Can telef etmekte
Sanayi yollarında
Nazım Hikmet
Vatan hainliğine devam ediyor hala.

II
Bugün
Yüzüncü yaşına ayak basıyor Nazım
Sakın demeyin ha
Ölümden sonra yaş mı sayılır.

Sayılır lan sayılır
Adam gibi yaşayana ölüm mü olur.

Onlar
Tek duvaklı gelinin
Gerdeğine girer gibi
Girdiler toprağın koynuna
Hücre hücre sararak yurdu.

Ölümsüzlüğe kulaç atarak
Aştılar ölüm denizini.

Onlardan bir çığlık kalır
Sokaklarda yansıması dinmeyen
Ölümsüzleşirken sevda
Ölümsüzleşir isyan.

Yıllar öncesinin yansıması
Çınlıyor kulakları da
Amerikanın yarı sömürgesiyiz
Diyor Nazım

III

Ustaya hırlaşıyor
Kan buğusunda dişlerini ısıtanlar
Salyalı dudaklardan
Dehşeti dökülmekte yaşamın.

Çok şükür, çok şükür
Ölsem de gam yemem gayri
Sonunda kurtulduk yarı sömürgecilikten
Şimdi
Tam sömürgesiyiz Amerikanın.

Emek işkenceye mahkum
Umut dar ağacında
Yargısız katledilmekte hayat

Şimdilerde
Deli dolu akıyor koyağında sular
Başlarını çarpa çarpa taşlara
Nazım Hikmet
Vatan hainliğine devam ediyor hala.

Bir dolar bir buçuk milyon
Efendilikten kurtardık köylüyü
Kölesi yaptık yoksulluğun
İzavura lar bize ağlıyor şimdi

IV

Bütün kirlenmelere
Kapattıkça kapılarımızı
Alıcılarımızdan girdiler
Odamızın sıcaklığına.

Önce kültürlerimizi yozlaştırdılar
Sonra çaldılar duygularımızı
Gün geçtik çe
Kendi maymununu yarattı sermaye.

Haber dediler
Pisliklerini döktüler eteklerinden
Kim kiminle yatmış
Kimin şeyi kimin neresinde
Piç ettiler yaşamı.

Piç ettiler serpilip gelişen hayatı
Şimdi
Medya maymunlarının
Salyalı dudaklarından
Hortumlananm kanı dökülmekte
Emekçi halkımın.

İki bacak arasına asılmış sevda.
Yoksulluğun_
_Bekareti satılmakta otel odalarında.

Şose boylarında aç kadın
Doyurabilmek için bebesini
Sarkık memelerini okşatmakta
Yüzünü yitiren insana.

v

Fabrika kapılarında
Makina lar dan değersiz
Kendi mezarına kazmakta emekçi.

Kul edilmiş insanlık kula
Nazım Hikmet vatan hainliğine
Devam ediyor hala.

Vay be- vay anasını be
Tükürmeli böyle yaşama
Nereden nereye geldik böyle.

Vay benim
Çürümüş damaklarımda
Kırılıp dökülen dişlerim
Henüz çiğnenmeden çalınmış lokmam.

Vay benim omuzdan düşen kolum
Vay benim bir defa bükülüp
Bir daha doğrulmayan belim.

Nereye böyle ayaklarım
Niçin susarsın dillerim
Neden görmezsin gözlerim
Baksana, duysana, görsene
Nazım Hikmet vatan hainliğine
Devam ediyor hala.

VI
Nasırlanmış
Çatlak derisinden
Kanımı sızdıran
Ellerim
Bırak yazma gayrı
Yarına kalsın güzel sözler
Sevdalar aşklar
Tutkularım aydınlık özlemim.

Sakın ha Abidin
Sakın çizme
Mutluluğun resmini.

Hele bir sürelim maviye yelkenleri
Hele bir varalım gelecek o günlere

Sakın ha Abidin..
Bir umudum kalsın yarına
Bak gül yanaklı bebesini emziren
Anneler
Zehir içiriyor bebesine.
Sarı balık yitirdi rengini
Sakın ha Abidin...
Bu kahır öldürsün beni...

Çizersen
Çürütürler mutluluğu
Kırılır direncim
Gelecek nesle kalsın
Mutluluğun resmi.

VII
..
Biraz daha bekle be Abidin
Hele bir hanımeli açsın
Tanyaların çığlıkları açsın balkonlarımızda.

Güneşe başkaldırsın
Utancını kasketin altına saklayanlar

Gözden kaçan gerçeğin
Dile düşen adıdır isyan.

Hasret yangını
Dudaklarımdan
Özgürlük türküsü dökülsün hele bir.

Hele bir
Yürek diretilsin
Diş bilensin
Yarınsız kalışlara.

Kırılsın bilekte zincir
Yıkılsın hücreler
Sevdam ulaşsın bulutlara
Baksana Abidin...
Nazım usta
Vatan hainliğine
Devam ediyor hala

Vııı

Özgür bir dünya düşlerken
Hortumlandı damarımda kan.

Emek yenik düştü
Kasalarını vatan sayanlara
Afrikalılar gibi yaşıyoruz da
Avrupalaştık diyoruz.

Kendi kabuğuna çekilmiş
Cevahir yürekliler.
Sarhoş ağızlara yenik düşmüş
Direniş türkülerim.

Barlar pavyonlar
Devrimci tüketiyor
Kafatasçı üretiyor
Salyalı dudaklarda sarhoş naralar.

Umut ayaklar altında
Emek katlolmakta fabrikalarda
Nazım Hikmet vatan hainliğine
Devam ediyor hala...

IX
Yüz yıllık
Bir direniş türküsü Nazım
Bazen şiir olur
Bazen türkü
Bazen kaygısıdır kan içicilerin.

O şimdi
Başı göklerde bir çınar.
Çalamamışlar güneşini.
Rüzgarlara bırakmış şiirlerini.
Onun türküsü gelir uzaklardan
Rüzgarın kanatlarıyla.

Dağlar türkü söylüyor
Nehirler ağlıyor
Kalemim-
Pis yüreğine
Dalıp dalıp çıkıyor.

Kahpeliğin ırkçılığın
Ve satılmışlığın
Yüreğimde sevdası Nazım'ın
Ellerimde isyanı.

Yıllanmış bir çınarbaşı yıldızlarda
Yüzüncü yaşında.
Vatan hainliğine devam ediyor
Nazım Hikmet RAN hala.......

Abdullah Oral / Nazım Hikmet, Vatan Hainliğine Devam Ediyor Halâ.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Ahmet TELLİ - KONUĞUM OL


Bir akşam konuğum ol oturup konuşalım seninle
Anıların çubuğunu yakıp uzatalım geceyi biraz
Sabaha doğru perdeyi aralayıp ufka bakalım
Bir çocuk gibi hayretle seyredelim güneşin doğuşunu
Kendimize daha az zaman ayırsak da olur geceden
Çünkü boğulabilir insan yalnız kendini düşünmekten
Açılmayan kitaplar unutulmuş aşklar gibidir
Kitaplardan söz edelim
Ve onların gizli kalmış sessiz tadlarından

Sabaha doğru perdeyi aralayıp ufka bakalım 
ve bir çocuk gibi hayretle seyredelim güneşin kızıllığını
Konuşulmadan kalan daha çok şey vardı
diye  düşünerek çıkalım güneşle kucaklaşan balkona 
— Üşütmesin sabah serinliği
Bir bardak demli çay burukluğu gibi kalsın 
gecenin ve sabahın tadı yaşasın anılarımızda
Konuğum ol, oturup konuşalım bir akşam 
ve uzatalım geceyi sözün çubuğunu yakarak 


Ahmet TELLİ - KONUĞUM OL

Trajedi - Mayakovski / Yiğit Tuncay



Yiğit Tuncay'ın, Mayakovski'nin
şiir ve yaşam kesitlerinden sahneye
uyarladığı "Pantolonlu Bulut" adlı
oyunun 1. Sahnesi'dir. Bu oyun 1989
ile 1996 yılları arasında 7 yıl boyunca
sahnelenmiştir.

Halk Sahnesi Oyuncuları - www.halksahnesi.org

14 Kasım 2014 Cuma

Aziz Nesin - SON KONUĞUMA MEKTUP



Canalıcıma,
Uykumdayken, kancıkçasına baskın verme!
Gelince de saygısız konuklar gibi oturup, yerleşip, siftinip çöreklenme!
Seni bir müzmin tedirginlik olarak derime yapışmış, canıma sıvışmış olarak kendimde duymayayım.

Düşün ki ben seni, varlığımın bilincine vardığımdan beri beklemekteyim. Bunca zamandır beklenen bir konuğa yaraşır bir saygınlıkla gel!Sana olan saygımı yitirtme bana. Gürültülü patırtılı gelme! Kimseler duymasın geldiğini. Bir sen bil, bir de ben bileyim yeter. Gelişin herkesleri ayağa kaldırmasın. Tam bana göre, bana uyan bir davranışla gel. Sessiz sessiz sürdürdüğüm, bunca yıllık yaşamıma yaraşacağı üzere suskun, susuk gel! Çünkü benim için geleceksin, beni almaya geleceksin, başkalarını tedirgin etmeye değil. Uykumda birden bastırma ki, bunca yıldan beri gelişini gözlediğim en gerçek ve en son konuğuma göstermem gereken saygıda bir eksikliğim olmasın. Saygı ile ayağa kalkıp seni buyur edeyim. Almak istediğini, sana onurla kendim sunarak vereyim. Bir yaşam boyu çektiklerimi az bulup, bana bir de sen çektirmeye kalkma! Her ne çektimse hepsine güler yüzle katlandım, onları salt kendim bildim. Üzünçlerimi kendime sakladım, sevinçlerimi el ile bölüştüm. Sonum da böyle olsun isterim. Bilirim, güçlüsün. Kimselere eğilmemiş başım, senin önünde eğilebilir; ama bunu bana yaptırma!Bana yaşamımı yadsıtıp, sonunda beni kendimden utandırma! Senin amansızlığından böyle bir yiğitlik bekliyorum, bana önünde baş eğdirtme! Güler yüzle gel, gülümseyerek karşılayayım seni...

Dimdik yaşadım, sen de beni dimdik kucakla, al götür. Pusu kurma, arkamdan vurma. Ayakta karşılaşalım soylucasına... Öyle çelebicesine gel ki seninle gitmek için istekleneyim. Senin gelişinle ikimizin birden gidişi bir olsun. Şimdi var, şimdi yok olalım. Bekletme beni, elini çabuk tut. Her şey birdenbire olup bitsin.

Sen öyle bir kesin gerçeksin ki, sana yalan da söylenemez. Bütün yaşamımda çağdaşlarımdan hiç birini kıskanmadığımı bilirsin; İyi yürekliliğimden değil, hiç birini kendimden büyük görmediğimden. Yine bilirsin, yaptıklarımla ya da yapmayı tasarlayıp yapamadıklarımla da böbürlenirim. Bana verdiğin mühlet içinde, tasarladıklarımı yapamadınsa, evet, suç kimsenin değil benim... Bu ceza yeter bana; çünkü acısını duyanlar için cezaların en ağırıdır. Herkes gibi ben da seninle ilk ve son olarak yalnız bir kez karşılaşacağım. Bu karşılaşmamız, nerede ne zaman, nasıl olsun diye, zaman zaman çok değişik istekler geçirdim içimden. Kahraman olmak istediğim dönemlerim oldu. Kahramanlık ilk savaşlarında ölmeyen, son savaşlarında da sağ çıkmayanlardır. Seninle son savaşımda karşılaşmayı istedim bir zamanlar. Savaşın, yaşam boyu sürdüğünü, yaşadıkça sonu olmadığını bilmiyordum. Sonsuzca süren bu savaşımın öyle bir yerinde gel, öyle bir güzel gel ki, sana gülümseyerek elimi uzatıp “merhaba!” diyebileyim. Bir zamanlarda uzun uzun yaşayıp bitkiselliği dönüşmeyi, bitkisel yaşamımda gelişini bile bilmemeyi istedim. Şimdiyse ne kahramanlık gösterisinde, ne bitkisel bitkinliğinde gelmeni istiyorum.

Dilersen en beklemediğimi sandığın zaman gel. Beni hiç şaşırtmayacaksın, çünkü hep aklımdasın, beynimde bir kıymık gibi... Korkmadan bekliyorum gel!

Nice yaşadımsa, seninle baş başa diş dişe döv üştüm. Birkaç kez yendiğim de yenildiğim de oldu. Canım ki en kutsal olan her şeyim benim, onu elbette bana yakıştığı gibi ayakta, saygı ile yiğitçe vermek isterim; teslim olmadan... Bir armağan gibi vermek canımı. Sen de, yeniğin kalemini-ki o kalem hep kılıçtı-teslim alırken iki elinle başının üstüne saygıyla kaldırarak al beni! Lekesiz arı-duru, yaşamı süresince hep kendi kendini arıtan bir cana saygılı ol, benim sana saygılı olduğum gibi. Kimselere demedim, sen de kendine of dedirtme bana. Ne kahramanlıkta, ne bitkisellikte, işte şimdi olduğum gibi bir sıra, elimde kalem;önümde kâğıtla daktilom, böyle bir zamanda gel!İstersen gece, istersen gündüz, istersen yazın, istersen kışın gel;Kapım da yüreğim de her zaman açık sana! Yeter ki kendi gözümde kendimi küçültme bana, kimseden su istetme. -Üstelik benim savaşım seninkinden çok daha yüce idi. Çünkü sen, sonunda nasıl olsa utkunun senden yana olacağını biliyordun. Oysa ben, sonunda nasıl olsa yenik düşeceğimi biliyordum. Yenileceğimi bile bile , ama hiç yenilmeyecekmişim gibi, beni yenecek olanın üstüne üstüne varmadım mı? Bir an olsun korktum mu, ya da kaçmayı düşündüm mü?

Birazcık daha yaşayabilmek için, birazcık daha iyi yaşayabilmek için, bunca güzelim bu yeryüzü uğruna bile, sana bir kıpı ödün verdim mi?

Yaşamayı haketmeye çalıştığım gibi, ölümü de haketmek istiyorum. Bu hakkı bana tanı! Çünkü, bu sonsuz güzellikler açan güzelim dünyaya, ben de gücümce güzellikler katmaya çalıştım. Bir güzel ada, atlasta görünmeyecek denli küçük diye yok sayılabilir mi? Benim katkım da atlasta görünmeyecek denli küçücük olsa da, var.

Ne mi yaptım? Ortaçağ simyacıları taşı altına çeviremedi. Ama ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum.

Saygıyla gel, bekliyorum.

Aziz Nesin - SON KONUĞUMA MEKTUP