27 Kasım 2014 Perşembe

Gençlik ömrün bir parçası değildir

Gençlik ömrün bir parçası değildir

O bir akıl ve idrak durumu, bir irade derecesi, bir hayal gücü, heyecanların kuvvet ve dinçliği, cesaretin korkaklığa, macera iştahının rahat ve asude yaşama sevdasına galebesidir.
Hiç kimse, yalnız birkaç yıl fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz.
İnsanları ihtiyarlatan ideallerinin gömülmesidir.
Seneler cildi buruşturabilir.
Fakat heyecanların feda edilmesi ruhu buruşturur.
Üzüntü, şüphe, nefse itimatsızlık, korku ve yeis;
Bütün bunlar başları eğen ve ilerleyen ruhu tekrar gerisin geriye mezara götüren, uzun, çok uzun yıllardır.
Hepiniz inancınız kadar genç, şüpheniz kadar ihtiyar,
Kendinize olan güveniniz kadar genç, yeisiniz kadar ihtiyarsınız.
Kalbiniz dünyadan, insanlardan ve sonsuzluktan güzellik, sevinç, cesaret, büyüklük ve kuvvet haberleri aldığı müddetçe gençsiniz.
Bütün bu hatlar yıkılmış ve kalbinizin tam ortası, kötümserlik karları ve bağnazlık buzları ile örtülmüşse, o zaman artık muhakkak ihtiyarlamışsınızdır.


Gönderen  hikayelerdirgeriyekalan: Gençlik ömrün bir parçası değildir:



Kimse kimseyi kendine benzetecek kadar üstün değildir.
Çok değil, bizim size duyduğumuz saygı kadar saygı istiyoruz. 
Ölüm korkusuyla, yaşama sevincini unutan insan, dünyaya nasıl iyilikler katabilir. Birine korku verenin korkusu daha büyüktür. Hiçbir yanlışlık susarak çözümlenmez. Sizin özgürlüğünüz bizim BARIŞ'ımızdan geçiyor,tutsaklığınızı görmüyor musunuz?

Şükrü ERBAŞ

17 Kasım 2014 Pazartesi

Abdullah Oral / Nazım Hikmet, Vatan Hainliğine Devam Ediyor Halâ



Nazımın ülkesinde işçisi çifçisi Memuruyla tüm emekçi kesim 
Böylesine siyasi iktidar tarafından yok sayılırken Nazım Hikmet Ran'ı
Vatan Haini olmaktan asla uzak tutamazsınız..

Nazım Hikmet, Vatan Hainliğine Devam Ediyor Halâ.

Vay be vay anasını be
Vay benim ellerimde serpilip gelişen hayat
Vay benim
Aydınlık düşlerime
Saplanan hançer

Vay benim puslu yollarında
Düşüp kalktığım yurdum.

Düşmüşüz iki kollu uçurumun
İki sarkık yanına.

Yüzlerini ayaklar altına almış
İnsanlar yürüyor
Kendi göğünden uzak uçurumlara.

Zulmün pençesine düşmüş özgürlüğüm
Can telef etmekte
Sanayi yollarında
Nazım Hikmet
Vatan hainliğine devam ediyor hala.

II
Bugün
Yüzüncü yaşına ayak basıyor Nazım
Sakın demeyin ha
Ölümden sonra yaş mı sayılır.

Sayılır lan sayılır
Adam gibi yaşayana ölüm mü olur.

Onlar
Tek duvaklı gelinin
Gerdeğine girer gibi
Girdiler toprağın koynuna
Hücre hücre sararak yurdu.

Ölümsüzlüğe kulaç atarak
Aştılar ölüm denizini.

Onlardan bir çığlık kalır
Sokaklarda yansıması dinmeyen
Ölümsüzleşirken sevda
Ölümsüzleşir isyan.

Yıllar öncesinin yansıması
Çınlıyor kulakları da
Amerikanın yarı sömürgesiyiz
Diyor Nazım

III

Ustaya hırlaşıyor
Kan buğusunda dişlerini ısıtanlar
Salyalı dudaklardan
Dehşeti dökülmekte yaşamın.

Çok şükür, çok şükür
Ölsem de gam yemem gayri
Sonunda kurtulduk yarı sömürgecilikten
Şimdi
Tam sömürgesiyiz Amerikanın.

Emek işkenceye mahkum
Umut dar ağacında
Yargısız katledilmekte hayat

Şimdilerde
Deli dolu akıyor koyağında sular
Başlarını çarpa çarpa taşlara
Nazım Hikmet
Vatan hainliğine devam ediyor hala.

Bir dolar bir buçuk milyon
Efendilikten kurtardık köylüyü
Kölesi yaptık yoksulluğun
İzavura lar bize ağlıyor şimdi

IV

Bütün kirlenmelere
Kapattıkça kapılarımızı
Alıcılarımızdan girdiler
Odamızın sıcaklığına.

Önce kültürlerimizi yozlaştırdılar
Sonra çaldılar duygularımızı
Gün geçtik çe
Kendi maymununu yarattı sermaye.

Haber dediler
Pisliklerini döktüler eteklerinden
Kim kiminle yatmış
Kimin şeyi kimin neresinde
Piç ettiler yaşamı.

Piç ettiler serpilip gelişen hayatı
Şimdi
Medya maymunlarının
Salyalı dudaklarından
Hortumlananm kanı dökülmekte
Emekçi halkımın.

İki bacak arasına asılmış sevda.
Yoksulluğun_
_Bekareti satılmakta otel odalarında.

Şose boylarında aç kadın
Doyurabilmek için bebesini
Sarkık memelerini okşatmakta
Yüzünü yitiren insana.

v

Fabrika kapılarında
Makina lar dan değersiz
Kendi mezarına kazmakta emekçi.

Kul edilmiş insanlık kula
Nazım Hikmet vatan hainliğine
Devam ediyor hala.

Vay be- vay anasını be
Tükürmeli böyle yaşama
Nereden nereye geldik böyle.

Vay benim
Çürümüş damaklarımda
Kırılıp dökülen dişlerim
Henüz çiğnenmeden çalınmış lokmam.

Vay benim omuzdan düşen kolum
Vay benim bir defa bükülüp
Bir daha doğrulmayan belim.

Nereye böyle ayaklarım
Niçin susarsın dillerim
Neden görmezsin gözlerim
Baksana, duysana, görsene
Nazım Hikmet vatan hainliğine
Devam ediyor hala.

VI
Nasırlanmış
Çatlak derisinden
Kanımı sızdıran
Ellerim
Bırak yazma gayrı
Yarına kalsın güzel sözler
Sevdalar aşklar
Tutkularım aydınlık özlemim.

Sakın ha Abidin
Sakın çizme
Mutluluğun resmini.

Hele bir sürelim maviye yelkenleri
Hele bir varalım gelecek o günlere

Sakın ha Abidin..
Bir umudum kalsın yarına
Bak gül yanaklı bebesini emziren
Anneler
Zehir içiriyor bebesine.
Sarı balık yitirdi rengini
Sakın ha Abidin...
Bu kahır öldürsün beni...

Çizersen
Çürütürler mutluluğu
Kırılır direncim
Gelecek nesle kalsın
Mutluluğun resmi.

VII
..
Biraz daha bekle be Abidin
Hele bir hanımeli açsın
Tanyaların çığlıkları açsın balkonlarımızda.

Güneşe başkaldırsın
Utancını kasketin altına saklayanlar

Gözden kaçan gerçeğin
Dile düşen adıdır isyan.

Hasret yangını
Dudaklarımdan
Özgürlük türküsü dökülsün hele bir.

Hele bir
Yürek diretilsin
Diş bilensin
Yarınsız kalışlara.

Kırılsın bilekte zincir
Yıkılsın hücreler
Sevdam ulaşsın bulutlara
Baksana Abidin...
Nazım usta
Vatan hainliğine
Devam ediyor hala

Vııı

Özgür bir dünya düşlerken
Hortumlandı damarımda kan.

Emek yenik düştü
Kasalarını vatan sayanlara
Afrikalılar gibi yaşıyoruz da
Avrupalaştık diyoruz.

Kendi kabuğuna çekilmiş
Cevahir yürekliler.
Sarhoş ağızlara yenik düşmüş
Direniş türkülerim.

Barlar pavyonlar
Devrimci tüketiyor
Kafatasçı üretiyor
Salyalı dudaklarda sarhoş naralar.

Umut ayaklar altında
Emek katlolmakta fabrikalarda
Nazım Hikmet vatan hainliğine
Devam ediyor hala...

IX
Yüz yıllık
Bir direniş türküsü Nazım
Bazen şiir olur
Bazen türkü
Bazen kaygısıdır kan içicilerin.

O şimdi
Başı göklerde bir çınar.
Çalamamışlar güneşini.
Rüzgarlara bırakmış şiirlerini.
Onun türküsü gelir uzaklardan
Rüzgarın kanatlarıyla.

Dağlar türkü söylüyor
Nehirler ağlıyor
Kalemim-
Pis yüreğine
Dalıp dalıp çıkıyor.

Kahpeliğin ırkçılığın
Ve satılmışlığın
Yüreğimde sevdası Nazım'ın
Ellerimde isyanı.

Yıllanmış bir çınarbaşı yıldızlarda
Yüzüncü yaşında.
Vatan hainliğine devam ediyor
Nazım Hikmet RAN hala.......

Abdullah Oral / Nazım Hikmet, Vatan Hainliğine Devam Ediyor Halâ.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Ahmet TELLİ - KONUĞUM OL


Bir akşam konuğum ol oturup konuşalım seninle
Anıların çubuğunu yakıp uzatalım geceyi biraz
Sabaha doğru perdeyi aralayıp ufka bakalım
Bir çocuk gibi hayretle seyredelim güneşin doğuşunu
Kendimize daha az zaman ayırsak da olur geceden
Çünkü boğulabilir insan yalnız kendini düşünmekten
Açılmayan kitaplar unutulmuş aşklar gibidir
Kitaplardan söz edelim
Ve onların gizli kalmış sessiz tadlarından

Sabaha doğru perdeyi aralayıp ufka bakalım 
ve bir çocuk gibi hayretle seyredelim güneşin kızıllığını
Konuşulmadan kalan daha çok şey vardı
diye  düşünerek çıkalım güneşle kucaklaşan balkona 
— Üşütmesin sabah serinliği
Bir bardak demli çay burukluğu gibi kalsın 
gecenin ve sabahın tadı yaşasın anılarımızda
Konuğum ol, oturup konuşalım bir akşam 
ve uzatalım geceyi sözün çubuğunu yakarak 


Ahmet TELLİ - KONUĞUM OL

Trajedi - Mayakovski / Yiğit Tuncay



Yiğit Tuncay'ın, Mayakovski'nin
şiir ve yaşam kesitlerinden sahneye
uyarladığı "Pantolonlu Bulut" adlı
oyunun 1. Sahnesi'dir. Bu oyun 1989
ile 1996 yılları arasında 7 yıl boyunca
sahnelenmiştir.

Halk Sahnesi Oyuncuları - www.halksahnesi.org

14 Kasım 2014 Cuma

Aziz Nesin - SON KONUĞUMA MEKTUP



Canalıcıma,
Uykumdayken, kancıkçasına baskın verme!
Gelince de saygısız konuklar gibi oturup, yerleşip, siftinip çöreklenme!
Seni bir müzmin tedirginlik olarak derime yapışmış, canıma sıvışmış olarak kendimde duymayayım.

Düşün ki ben seni, varlığımın bilincine vardığımdan beri beklemekteyim. Bunca zamandır beklenen bir konuğa yaraşır bir saygınlıkla gel!Sana olan saygımı yitirtme bana. Gürültülü patırtılı gelme! Kimseler duymasın geldiğini. Bir sen bil, bir de ben bileyim yeter. Gelişin herkesleri ayağa kaldırmasın. Tam bana göre, bana uyan bir davranışla gel. Sessiz sessiz sürdürdüğüm, bunca yıllık yaşamıma yaraşacağı üzere suskun, susuk gel! Çünkü benim için geleceksin, beni almaya geleceksin, başkalarını tedirgin etmeye değil. Uykumda birden bastırma ki, bunca yıldan beri gelişini gözlediğim en gerçek ve en son konuğuma göstermem gereken saygıda bir eksikliğim olmasın. Saygı ile ayağa kalkıp seni buyur edeyim. Almak istediğini, sana onurla kendim sunarak vereyim. Bir yaşam boyu çektiklerimi az bulup, bana bir de sen çektirmeye kalkma! Her ne çektimse hepsine güler yüzle katlandım, onları salt kendim bildim. Üzünçlerimi kendime sakladım, sevinçlerimi el ile bölüştüm. Sonum da böyle olsun isterim. Bilirim, güçlüsün. Kimselere eğilmemiş başım, senin önünde eğilebilir; ama bunu bana yaptırma!Bana yaşamımı yadsıtıp, sonunda beni kendimden utandırma! Senin amansızlığından böyle bir yiğitlik bekliyorum, bana önünde baş eğdirtme! Güler yüzle gel, gülümseyerek karşılayayım seni...

Dimdik yaşadım, sen de beni dimdik kucakla, al götür. Pusu kurma, arkamdan vurma. Ayakta karşılaşalım soylucasına... Öyle çelebicesine gel ki seninle gitmek için istekleneyim. Senin gelişinle ikimizin birden gidişi bir olsun. Şimdi var, şimdi yok olalım. Bekletme beni, elini çabuk tut. Her şey birdenbire olup bitsin.

Sen öyle bir kesin gerçeksin ki, sana yalan da söylenemez. Bütün yaşamımda çağdaşlarımdan hiç birini kıskanmadığımı bilirsin; İyi yürekliliğimden değil, hiç birini kendimden büyük görmediğimden. Yine bilirsin, yaptıklarımla ya da yapmayı tasarlayıp yapamadıklarımla da böbürlenirim. Bana verdiğin mühlet içinde, tasarladıklarımı yapamadınsa, evet, suç kimsenin değil benim... Bu ceza yeter bana; çünkü acısını duyanlar için cezaların en ağırıdır. Herkes gibi ben da seninle ilk ve son olarak yalnız bir kez karşılaşacağım. Bu karşılaşmamız, nerede ne zaman, nasıl olsun diye, zaman zaman çok değişik istekler geçirdim içimden. Kahraman olmak istediğim dönemlerim oldu. Kahramanlık ilk savaşlarında ölmeyen, son savaşlarında da sağ çıkmayanlardır. Seninle son savaşımda karşılaşmayı istedim bir zamanlar. Savaşın, yaşam boyu sürdüğünü, yaşadıkça sonu olmadığını bilmiyordum. Sonsuzca süren bu savaşımın öyle bir yerinde gel, öyle bir güzel gel ki, sana gülümseyerek elimi uzatıp “merhaba!” diyebileyim. Bir zamanlarda uzun uzun yaşayıp bitkiselliği dönüşmeyi, bitkisel yaşamımda gelişini bile bilmemeyi istedim. Şimdiyse ne kahramanlık gösterisinde, ne bitkisel bitkinliğinde gelmeni istiyorum.

Dilersen en beklemediğimi sandığın zaman gel. Beni hiç şaşırtmayacaksın, çünkü hep aklımdasın, beynimde bir kıymık gibi... Korkmadan bekliyorum gel!

Nice yaşadımsa, seninle baş başa diş dişe döv üştüm. Birkaç kez yendiğim de yenildiğim de oldu. Canım ki en kutsal olan her şeyim benim, onu elbette bana yakıştığı gibi ayakta, saygı ile yiğitçe vermek isterim; teslim olmadan... Bir armağan gibi vermek canımı. Sen de, yeniğin kalemini-ki o kalem hep kılıçtı-teslim alırken iki elinle başının üstüne saygıyla kaldırarak al beni! Lekesiz arı-duru, yaşamı süresince hep kendi kendini arıtan bir cana saygılı ol, benim sana saygılı olduğum gibi. Kimselere demedim, sen de kendine of dedirtme bana. Ne kahramanlıkta, ne bitkisellikte, işte şimdi olduğum gibi bir sıra, elimde kalem;önümde kâğıtla daktilom, böyle bir zamanda gel!İstersen gece, istersen gündüz, istersen yazın, istersen kışın gel;Kapım da yüreğim de her zaman açık sana! Yeter ki kendi gözümde kendimi küçültme bana, kimseden su istetme. -Üstelik benim savaşım seninkinden çok daha yüce idi. Çünkü sen, sonunda nasıl olsa utkunun senden yana olacağını biliyordun. Oysa ben, sonunda nasıl olsa yenik düşeceğimi biliyordum. Yenileceğimi bile bile , ama hiç yenilmeyecekmişim gibi, beni yenecek olanın üstüne üstüne varmadım mı? Bir an olsun korktum mu, ya da kaçmayı düşündüm mü?

Birazcık daha yaşayabilmek için, birazcık daha iyi yaşayabilmek için, bunca güzelim bu yeryüzü uğruna bile, sana bir kıpı ödün verdim mi?

Yaşamayı haketmeye çalıştığım gibi, ölümü de haketmek istiyorum. Bu hakkı bana tanı! Çünkü, bu sonsuz güzellikler açan güzelim dünyaya, ben de gücümce güzellikler katmaya çalıştım. Bir güzel ada, atlasta görünmeyecek denli küçük diye yok sayılabilir mi? Benim katkım da atlasta görünmeyecek denli küçücük olsa da, var.

Ne mi yaptım? Ortaçağ simyacıları taşı altına çeviremedi. Ama ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum.

Saygıyla gel, bekliyorum.

Aziz Nesin - SON KONUĞUMA MEKTUP

Nevzat Çelik - Merak


siz şimdi bana bir kucak
gökyüzü getirebilir misiniz demir örgülerle parçalanmamış
suda serin suda pırıl pırıl akan bir yaprak
bana çiçek kokusu bana deniz bana toprak
boyunca mayısa batmış bir ağaç büyütebilir misiniz bana
verebilir misiniz muştusunu silahları susmuş bir dünyanın
aç doydu güneşe sarındı çıplak-diyebilir misiniz
söyleyin bana
okuyabilir misiniz kurtuluş haberlerini şiir tadında
güney afrika`da
kara öfke
kara bir kartal
gibi kondu
karanlığın gözüne
alaydınlık bir sabah doğdu
zencilerin yüzüne-
mesala

gencecik ölüp gitmek birşey değil
şu kahrolası merak olmasa

Nevzat Çelik - Merak

Delilik bir tercihtir…




Normalleşmeyin. Çünkü normalleştikçe mürebbiye kılıklı kadınlarla, ambar memuru tipli erkekler arasındaki ilişkiler biçimi olur hayat. Sıkıcı ve bunaltıcı. Gri. Siz deliliği seçin. Çünkü delilik güzeldir, bitmez. Ve hiçbir delirmenin yıldönümü olmaz

Delileri kapatmaya başladıklarından beri dünya gerçekten tatsız tuzsuz bir yer artık. Carl Jung “Bana aklı başında birini gösterin size onu iyileştireyim” derken sanırım tam da bu tatsızlıktan söz ediyordu bize. Geçenlerde yazmıştım deliliğin neden bir tercih olduğunu. Neden gerekli olduğunu. Deliliğin neden zorunlu olduğunu. Evet delilik bir tercihtir. Çünkü bu kirli gerçekliğe karşı koyabilmenin tek yolu o. Çünkü gözünüzün önünde ellerinizi kollarınızı bağlayarak iş tutan saf kötülüğe dayanabilmenin ve onu alt edebilmenin tek yolu o. Normallik denilen illete karşı hayat denilen bu kısa hikayeyi katlanabilir kılmanın tek yolu da o.

Normallik ve delilik, aşk ve gurur gibidir. Aşkın ve gururun bir arada olamazlığı gibidir onların ilişkisi de. Aşk deliliği, gurur normalliği besler. Aşık olan herkes deliliğe bir adım daha yaklaşırken, normalleşenler gururuna saplanıp kalır. Eğer gurur yapıyorsanız normalleşiyorsunuzdur. Oysa hiçbir aşık ya da deli gurur nedir bilmez.

Onlar dünyayı sadece görmek istediği gibi görmeyi tercih edenlerdir. Deliler aşk ehlidir ve aşksa bünyesinde gururu değil fedayı barındırır. Bu dünyaya rağmen bu dünya için bedeni ve aklı feda etmektir delilik. Artık dünya, aşkı bağrından söküp atan ve normalliğin o köhne gururuna saplananların dünyası. O nedenle çirkin ve kötü. Saf kötülüğün her yere sindiği bir yer dünya. Deliler azaldıkça çirkinliğin arttığı, güzellik ve estetik diye pespayeliğin elimize tutuşturulduğu bir uzay-zaman-mekan dünya.

Çocukları öldürmenin normal, öldürenlerin ceza almasını istemenin delilik olduğu günler. Bunu istemek delilik çünkü “katiller ceza alsın” demek bile bu ülkede ölümü göze almakla eş hale geldi. Ölümler ve açlık normalleşiyor. Ölmek ve açlık normal, ölmemek ve tok olmak anormal. Tecavüz edilmek normal, sevişmek anormal.

Hırsızlık normal, dürüstlük anormal. Bir yerde ölümler normalleşmeye başlamışsa orası sadece koca bir toplama kampıdır o kadar. Geçen hafta yazdım. Agamben “Tanık ve Arşiv”de bu normalleşmeyi insanın gözüne soka soka anlatır. Peki Tanrı’nın bunca çocuğun öldürülmesine göz yumduğu bir dünyada normal kalmak mıdır evla olan, delirmek midir?

Normalleşme. Aslında bütün hikaye bunun üzerine kurulu. Bütün bir sistemin hikayesi yani. Sistemin varoluşu ve sürekliliği. Normalleştikçe kabul gören, kabul gördükçe alkışlananlarız. Yolda yürüyüşünüz normal olmalı, giyim kuşamınız, saçınızın kesimi, sakal tıraşınız, eteğinizin boyu. Devletin merkezine yaklaştıkça normalleşmeniz artar, devlete yaklaştıkça tek tipleşirsiniz. Kravat takarsınız. Devlet buna çok önem verir mesela. Akıllı çocuklar kravat takarlar. Eteğinizin boyu da devlet için ahlak meselesidir. Hatta ölüm kalım meselesi haline geldiği bile olur. Devlet kadın bacağından en çabuk tahrik olandır. O nedenle diz altı etek kullanılmasını sıkı sıkıya denetler. Bir kaza sonucu kolunu ve bacağını kaybetmiş bir milletvekiline zorla pantolon giydirerek korumaya alır ar’ını, namusunu. Öte yandan ekmek almaya giden çocuğun başına bir orduyla inip kafatasını kırıverir. Yeri gelir çocuk katilidir, yeri gelir tecavüzcüdür devlet.

Kravatlarınız çeşitlenir gün geçtikçe, bir de bakarsınız ki artık siz başkalarının etek boyunu dert eder olmuşsunuz. Bir de bakarsınız ki dünyanın en inandırıcı yalanlarını önce kendinize söylemeye başlamışsınız. Sokakta çocuklar yalnızca aşağılanmamak için, özgürlükleri için gösteri yaparken devletten önce taşı alıp siz atarsınız onlara. Utanmazlığınız ahlaksızlığınızla birleşiverir yerde yatan bir madenciye tekme atarken. İşte budur normalleşme, devletleşme. Kişinin bir devlet gibi düşünerek her geçen gün paçozlaşmasıdır bu. Normalleştikçe suratınız asılır, normalleştikçe asık suratı devlet asaleti sayan bir geri zekalılık örneği sergilemeye başlarsınız. Hareketleriniz yavaşlar, bakışlarınız donuklaşır.

Bir yerde normalleşme varsa orada bir emir veren mutlaka vardır. Ve kuraldır: Normal olan emir verendir. Normallik emir veren tarafından belirlenir. Ve her kim ki emir vermeye başlarsa kendi normalliğini de inşa etmeye başlamıştır. Oysa marjinal olan aslolandır. Marjinal olan ruhunu hayatın el değmemiş yerlerinden besleyebilendir. Hayatın tıkanmamış damarlarında kendi kanını yürütebilendir.

Bütün hikaye ve hayat bunun üzerine inşa edilmiştir. Normallik artıyorsa, rutinleriniz bile rutinleşir. Sıkıntılarınız ve yalnızlıklarınız tekleşir, aynılaşır. Aynı yalnızlıklar içinde boğulursunuz. Sistem önce bilginizi normalleştirir. Bildiklerinizi ayrıştırır. Öğrendiklerinizi ve öğreneceklerinizi ince ayrıntısına kadar kategorize eder. Bilmenin, öğrenmenin büyüsü piç edilir. Normalleşmek ve normalleştirmek bir sistemin ayakta kalabilmesinin tek yoludur. O nedenle bütün gücüyle marjinal ve radikal olanın, farkında olanın üzerine çöker devlet. Sokakta gördüğümüz on gömlekten sekizi birbirine benziyorsa, okuduğumuz on makaleden üçü beşi birbirinin aynıysa, aşık olduğunuz kadınlar ve erkekler birbirini tekrar ediyorsa bu dünyada işiniz bitmeye yakındır.

Normalleşmeyin. Çünkü normalleştikçe mürebbiye kılıklı kadınlarla, ambar memuru tipli erkekler arasındaki ilişkiler biçimi olur hayat. Sıkıcı ve bunaltıcı. Gri. Siz deliliği seçin. Çünkü delilik güzeldir, bitmez. Ve hiçbir delirmenin yıldönümü olmaz (Örneğin Gezi’nin de yıldönümü olmaz). Çünkü artık o bir süreklilik halidir ve bilinçli bir tercihtir.

Ali Murat İrat , irat2@yahoo.com

Dünyalılar
http://dunyalilar.org/delilik-bir-tercihtir.html

13 Kasım 2014 Perşembe


Bir zamanlar kendimi 
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım. 
Kaç metredir benim yokluğum? 
Benden daha çok var sanmıştım. 
Benim yokluğumdan dünyaya 
Bir elbise çıkar sanmıştım. 
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan 
Sonunda ben de alıştım. 
Ah…dedim sonra, 
Ah!
.
Didem Madak - 'Ah'lar ağacı şiirinden


'' İnsanın TÜM kusurlarının ve erdemlerinin canı cehenneme! 
Benim için insanın değeri bundan değil, yaşama arzusundan, kendini aşma, geçmişin düğümlerinden, 

dar halkalarından kurtulma, hep DAHA yükseğe çıkma, en eksiksiz uyuma yönelir gibi görünürse de 
gerçekte insanın kendini içine kapattığı sakin bir HÜCRE yaratmaya yönelen aklın oyunlarını aşma inadından gelir.''
....
Maksim Gorki

İŞTE KENDİ SESİNDEN VE KENDİ KALEMİNDEN 'CAN BABA'



İŞTE KENDİ SESİNDEN VE KENDİ KALEMİNDEN 'CAN BABA'
“…Küfrü ve argoyu halk kullanıyor. Yazdığımız şey de halkın nabzı ve ağzı olduğuna göre, elbette bu küfür işi de kendiliğinden katılıyor işin içine. Aslında küfür bir özgürlük davasıdır. Türkiye’de de kala kala küfretme özgürlüğü kalacak. O özgürlüğü de elden bırakmak istemiyorum…”

Bu sözlerin sahibi Can Yücel buralardan göçeli tam 12 yıl oldu. 12 Ağustos 1999 gecesi sonsuzluğa yürüyeli ve o çok sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlanarak Datça’ya gömüleli tam 12 yıl…


‘Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi’ Hasan Ali Yücel’in oğlu, öfke ile sevginin ‘koca çınarı’ Can Yücel…

Yaşamında hep karısını, şiiri ve politikayı seven, yaşamını ‘en güzel şiiri’ olarak niteleyen Can Baba’yı kendi kaleminden okuyalım:

“BABAMA HEP POSTA KOYUYORDUM”

İlkokul üçteyim. Küçücük çocuk. Boğaziçi okulunda okurdum. Evden yolladılar. Leyli yollandım. Hem aynı şehirde oturacaksın hem de okula leyli yollanacaksın. Çok bozuldum, çok üzüldüm. Evde, ikiz kardeşimle kavga ediyorum diye yollandım. Benimsemedim. Her şeyi benimsemediğim gibi... Futbol vardı, futbol oynuyordum... İyi bir futbolcu olacaktım. Nasıl gol atacağım hâlâ rüyama girer... Zaten şiirde de hep nasıl gol atacağımın peşindeyim ya! Ankara’da Taşmektep. Ahır gibi. Bombok bir yer. Futbol da yok. Üstelik vekil oğlusun. Bombok bir durum. Hiç sevmedim... Ortaokul bitti. Atatürk Lisesi. Aynı numara orayı da sevmedim.

Klasik şube harikaydı. Harika kadro, Nurullah Ataç, Cevdet Kudret ders veriyor. Nâzım okuyoruz. Dünya edebiyatını tanıyoruz. Latince öğreniyoruz. Sekiz öğrenciyiz. Gazi Yaşargil de orada. Gazi çok çalışkan, bize karışmaz. Orda komün kurduk. Harçlıklarımızı komüne verip para biriktiriyoruz. Dışarı gitmek için. Sonra tüm topladığımızı Gaziciğimize verdik, onu dışarı yolladık.

Ben babama hep posta koyuyorum. Tek parti numarası vardı ya. Utanıyorum senden derdim. O da niye utanıyorsun diye çıldırıyordu. Arabasına binmezdim. Öyle bir gerginlik işte. Sonunda beni Cambridge’e postaladılar. Bu da çılgınlık. Ben Dil Tarih Fakültesi’nde Almanca öğrenmiştim, Alman edebiyatını biliyorum. İngilizce bilmiyorum. Niye yolluyorsunuz beni Cambridge’e! Çılgınlık işte! Züppelik işte!

Cambridge’de Allah muhafaza kuş gibiyim. Ben de hayatta kuş gibiliğe razı değilimdir. Bütün Katolik papaz çocukları benim Latincenin on mislini biliyor. Ben de kafayı modern tarihe taktım. Betrand Russel derse gelir... Ama hem kuş gibiliğe hem ukala İngiliz numaralarına yokum... Ayrıldım Linkfield’e gittim. Bülent, Rahşan orada. Ali Neyzi, Yavuz Bayraktar orada. Havuzlu, tenis kortlu, lüks evlerde oturuyorlar, ama yemek yiyecek paramız yok. Babam geldi ziyarete. Mezarlıktan ebegümeci toplayıp ikram ediyoruz... Londra’da resim tarihi öğrenmek için ‘Court of Institute of Art’a gidiyorum. Orada bizim ressamları buldum. Avni, Bedri Rahmi’ler, Selim, Şadi Çalık, İlhan Koman. Orada hem eğlendik, hem öğrendik... Arada şişeye giriyoruz…

İRONİ BİR DİRENÇ KAHKAHASIDIR

İlk şiirimi on yaşında yazdım. Babamın metresi olan hanımın yuvasındaydım. Yuvada bir çocuk öldü. Çok üzüldüm. Arkasından şiir yazdım.

Ben mümkün olduğu kadar aile içinde yaşadım. Bütün serseriliğime rağmen aile köklerimi kaybetmedim. Aile değil sade, arkadaşlarım için de böyledir. Öldükleri zaman şiir yazarım.

Şiire, babamın yardımı çok oldu. Hep şiir çevresindeydim. Babam okur, babaannem okur... Şiire elverişli bir dünya yaratmıştı babam bana... İngiltere dönüşümde çevreme çok dikkatli baktım. Herkesle beraber olmayı ve dinlemeyi seçtim. Cahit’le, Orhan’la... Bu arada insan şiiri kaybedebilir de. Ama temelde şiir güdüsü yatıyordu. Dili iyi biliyorsan, şiirin ne olduğunu biliyorsan yazmadan duramazsın.

Elbette hümanizma beni etkilemiştir. Böyle yetiştim ben. Baba Mevlevihane’de doğmuş, yetişmişti. Babam her ne kadar Batıcı, Atatürkçü, Batılılaşma hareketinin bir yiğini olarak yaşamışsa da Şark edebiyatı, mistisizm, Divan edebiyatı ve bizim temel gökkubbemiz musikisini de birleştirmişti. Ama ben o kadar şanslı değilim.

Hayatımda, karım hariç, iki şey sevdim: Şiir ve politika. Şiir nedir, diye sorarlar. ‘Şiir göklerde uçan nazenin bir balon’ değil; o balon çoktan patladı. Benim için şiir akıl ve heyecan meselesidir. İnsan beyninin yalnız yüzde 10’u bilinir, gerisi meçhul kıta. Şiir, beynin işlemeyen yüzde 90’ını harekete geçirmektir.

Şiir bir terlemedir. Güneş güneş sözlerle... ve böyle böyle eriyip gider. Dünya gibi tıpkı; döndükçe terleye terleye...

Benim gördüğüm, aşk, sevmekten başlayan azgınlıktır. O kadar çok sevmek ve azmak lâzımdır ki aşk için, hiçbir boğa seni tutamasın, hiç bir toreoador sana kırmızı şal göstermesin... Evet, aşk kendine mahsus bir boğa güreşidir. Picasso dahi bunu çok iyi bilir.

Oktay Rifat’ın söylediği gibi: Kelimeler, günlük konuşma ve iletişimde yıpranırlar. Oysa kelimeler bütünselliğin parçalarıdır. Şiir, kelimeleri bu galaksiye iade etmektir. Bu arada kurulan güzellikler, bütünlükler büyük bir ‘happening’ olur.

Şiir, yaşamı çekip çeviren bir ilke. Diyalektik, şiirde öfke ve sevgi olarak tecelli ediyor. Bu sevgi ve öfkenin diyalektiği eytişimdir. Bu nedenle sevgi ve öfkenin bir bileşimi olarak ortaya çıkar sanat. Olanı kabul yerine olanı değiştirme yolunda bir çabadır, bundan dolayı verimlidir ve önemlidir. Bundan dolayı insan beyninin ince noktalarına kadar giren, süreklilik kazanan bir eylemdir.

Şiir, gürültüden müziğe geçmektir. Şiir, evrenin içinde büyük seslerin molekül ve atomlardan başlayan bütünlüğü, bu bütünlüğün müziğidir. Şairin görevi bu musikiyi kurmaktır. Kozmosdan aşağı şiir yazılmaz. Üst tarafı minördür... Harika o ki, insanlar kendi adlarına değil, kâinat adına yazarlar.

Bütünselliğin dışında şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bütündür. Şiir bu bütünden çıkan büyük çılgınlıktır. Çok ağır geçen hayatımızın içinde ironi, bütünselliği bozmayacak ana çaredir. Bir direnç kahkahasıdır. Bence kahkaha çiçekleri yaratmak Baudelaire’in ‘Şer Çiçekleri’nden daha iyidir. Hiç olmazsa, kahkaha çiçeklerinden LSD yapılır.

Hayatımda şiirden başka, çeviriyle uğraştım, onun dışında bir iki kısa memuriyetin dışında hiçbir iş tutmadım.

ŞİİR BENİM İÇİN MESLEKTİR

Eskiden babaanneme anlatırdım: Bak şimdi, şu yazıdan 50 lira kazanacağım, ötekinden şu kadar... diye. Kadıncağız kahkahalarla gülerdi. Hiçbiri doğru çıkmazdı. Para kazanmak için birtakım işler yaptım, tercümeler, fıkra yazarlığı. Ama aldığın para para değil, ekmek parası bile değil. Peki nasıl geçiniyorum? Ankara ve Dragos’taki baba evlerini sattık, Kuzguncuk’ta ev aldım. Artık babam sayesinde parasızlıktan şikâyetim yok.

Şiir benim için meslektir. Düne ve geleceğe bakışımla birlikte yürüyen özgür bir meslektir. Son zamanlarda kitaplarımdan gelen parayla yaşamımı sürdürüyorum. Bu benim için çok önemli bir şey.

Şiir yazmada intizamım var. Hep şiir düşünüyorum... Ben ki, büyük planlarda, İşçi Partisi döneminde on yıl şiir yazmadım... Şimdi ciddi olarak çalışma olanağım var. Rahatım yerinde. W. B. Yeats’in dediği gibi: Ben gençken ilhamım ihtiyardı. Şimdi ben ihtiyarım, ilhamım genç...

Ben hep iki tür düş görüyorum. Ya futbol düşleri ya da erotik düşler. Erotik düşler, eski hikâyelerle. Kadınları çok seviyorum. Kadın erkek çelişkisi çok önemli. Çok yakın bu iki cinsin, bu çelişkiyi, gerilim içinde yaşaması bir mucize. Erotizm, bu gerginliği yaşama. Hayatın temelindeki erotizm bu. En güzel yanı insanları ayakta tutması...

Yabancı bir televizyon görüncesinde bitkilerin nasıl çiftleştiğini seyrederken ağlıyorum... Derken, aklıma geliyor Güler’le ilk seviştiğimiz. Orda da ağladığını gülerek hatırlıyorum.

Ben 7 yaşında, 70 yaşında gibi hissettim kendimi. 70 yaşında da kendimi 7 yaşında gibi hissediyorum. Bundan dolayı iş karışık... Belli bir yaştan sonra insanda çocuklaşma demeyeyim de, dünyaya çocuk açısından, çocuk gibi bakma ihtiyacı doğuyor. Zaten bazı şeyler de ancak çocukça anlatılabilir geliyor bana.

Şiirden değil, çeviriden yattım. Che Guevura’nın ‘İnsan ve Sosyalizm’ ile Che, Mao ve bir Amerikalı generalin yazdığı ‘Gerilla Harbi’ kitaplarını çevirmiştim. Amerikalı general kontrgerillayı anlatıyor. Dava dört yıl sürdü. Amerikalı general yüzünden mahkûm olduk.

Şairlerin hepsi hapisane kuşudur. Kendi kendilerine acımaktadırlar ki, insanın en büyük kabahati kendine acımasıdır. Ondan dolayı çok güç çıkıyor şiir, daha doğrusu şair çıkmıyor da şiir çıkıyor ara sıra.

Cumhuriyet şiiri, bütün tek parti devrindeki gayretlere rağmen Hececiler, şunlar bunlar resmi şiir tutmadı. Şiir resmi kanalın dışında, siyasi olarak da onun dışında duranların inhisarında gelişti. Bu nedenle de menfi bir şey olarak bakılmıştır şiire Türkiye’de. Şimdi otel yaptılar ya, Sultanahmet Cezaevi’nden geçmemiş şair yoktur o devirde.

ASLINDA BİR KÜL TABAĞIDIR DÜNYA

Menfiden kasıt öfkeyse sevgiyle beraber olmalı bu. Nâzım’da da böyledir. Ama baskıdan ciddi zarar görmüştür şiir. Gençlere seslenme bakımından ayağı bağlanmıştır, kösteklenmiştir. Kitleye intikali güçleşmiştir. Ondan dolayı da kendi içine kapanmıştır. Hele 1980’den sonra şiir ve şair kendine acır hale geldi. Bir insan için kendine acımaktan daha kötü bir şey yoktur.

Benim şiirimde de, siyasetimde de hâkim iki unsur var. Bu iki unsurun çelişkisi ve sentezi, bana yaşama gücü veriyor. Olupbitene ve olupbitenin sorumlularına karşı öfke; olması gerekene, olabileceğe ve onu getirecek olan büyük emekçi ve aydın kitlelerine sevgi... Öfke ile sevgi arasında çırpınan bir çelişkinin içinde yaşıyorum ben. Şiirlerimle de, siyasamla da, bana enerji, akıl ve yaşama sevinci veren şey, öfkeyle sevincin çelişkisi.

Küfrü ve argoyu halk kullanıyor. Yazdığımız şey de halkın nabzı ve ağzı olduğuna göre, elbette bu küfür işi de kendiliğinden katılıyor işin içine. Aslında küfür bir özgürlük davasıdır. Türkiye’de de kala kala küfretme özgürlüğü kalacak. O özgürlüğü de elden bırakmak istemiyorum.

Hırgür sevmeyen bir insanımdır. Ama hırgürsüz yaşanmıyor bu ülkede. İkincisi mahcubumdur, fakat artık yırtık olmadan yaşanmıyor. Mümkün olduğu kadar asude, kendini dinleyerek yaşamayı seviyorum, fakat çok patırtılı bir ülke. Bundan dolayı insanın mizaç doğrultuları, bu yaşam içinde kendi sonuçlarına varamıyor.

Hiçbir zaman umudumu kaybetmedim. İnsanlıktan umut kesmem. İnsan, zaman zaman iyimserlik ya da karamsarlık duyabilir. Fakat, insanla ilgili aşağı yukarı bütün gerçekler içinde bir tansık, bir mucize vardır. Bu mucize, umudu getiriyor. Ama umut durduğu yerde olmaz. Kazanarak, çalışarak, savaşarak edinilir. Umudun olmadığı yerde insan ‘Herkes koyun gibi kendi bacağından asılır’ diyerek, enayi gibi kendini, yaşamayı askıya alır, geberip gider.

Aslında bir kül tabağıdır dünya. İçine bir güneş bastırılmış. Amma da izmarit ha!..

Ölmekten değil, ölümün acısı olmasından, işkenceden korkuyorum. Ölüm içimizdedir, her doğan çocuğun içinde. Ölüm bütünselliktir. Bu bütünselliği bozacak, beni parçalayacak acıdan korkuyorum. İnsanı ezici, bütünselliği bozucu her şeyden nefret ediyorum.”

“Sabah sökmüyor

Ölmeden önce bir ışık

Bir ışık görmek istiyorum

Ben ki bir ruhum

Bir ışık istiyorum horozlar ötmeden önce

Kahroluyorum

Şafak sökmüyor

Ben söke söke şafağı söktürür

Bu şiiri de döktürürüm.”

                  DÖKÜK-Can Yücel

Odatv.com

http://www.odatv.com/vid_video.php?id=8AFFF

İŞTE KENDİ SESİNDEN VE KENDİ KALEMİNDEN 'CAN BABA'

10 Kasım 2014 Pazartesi


Yeryüzünün bütün muktedirlerinin, devletlerinin, sermayelerine sermaye katan para babalarının üzerinden yeryüzünün tüm lanetlilerinin, ezilenlerin, sömürülenlerin, mülksüzlerin, dışlananların ahının, lanetinin eksik olmamasını diliyorum...

Üstelik bunu, salt sınıfsal kaygılarla değil, (leninist “ikameci” söylemi hatırlatsa bile) insanlık adına, kâr ve iktidar hırsıyla eritilen buzullar adına, yağmalanan ormanlar adına, soyu tüketilen hayvanlar adına, mutenalaştırılan şehirler adına, yaşam alanlarından sürülen halklar adına, dilsizleştirilen, kültürsüzleştirilen topluluklar adına, iğfal edilen bedenlerimiz ve ruhlarımız adına, aptallaştırılan beyinlerimiz adına da diliyorum...

Enternasyonal'in o güzel sözleriyle, bu gerçekten “son kavgamız” artık, gezegenin zamanı kalmadı, zaman ve mekân adına ediyorum bu bedduayı...

Bütün bu muktedirlerin, iktidar sahiplerinin, maddi ve manevi sermaye sahiplerinin, devletlilerin kendilerini bir an bile güvende hissetmemeleri, yataklarında huzurlu uyuyamamaları, en tatlı anlarında, orgazm olurken bile ezilenlerin lanetinden korkmaları, kale gibi güvenlikli sitelerinde, köşklerinde, bilmem hangi kozmik odalarında kendilerini, kasalarını güvensiz hissetmeleri en büyük dileğim...

Ve insanım diyen herkesin de hem kendi adına hem bütün kainat adına bu dilekte bulunması, bu vahşi, talancı kapitalizmin, bu devletlerin yıkılması ve o muktedirlerin bu yıkıntının altında kalması için herkesin elinden, yüreğinden, beyninden geleni yapması gerektiği kanısındayım...

Işık Ergüden

( Işık Ergüden’le “Devrimci Şiddet” Üzerine...)

Mutlu Aşk!






























Aragon "Mutlu Aşk Yoktur" diyerek ortaya evrensel bir kuram atmıştır. 
Belki de Aragon'un demek istediği sorunun aşkta değil, aşk olgusunu yaratan taraflarda olduğudur. 
Yani aşk iki tarafın kavuşmasındaki, ortak bir noktada buluşmasındaki imkazlığı mı anlatır? 
Bu yüzden aşka bir ömür biçip, sevgiyi sonsuz bir şekilde kutsarız. "Aslolan sevgidir" 
diyerek kısa ve acısız olanı tercih ederiz. Aşk tiner gibi uçucu, sevgi ise kalıcıdır demeyi tercih ederiz.

İnsanlık tarihi ile yaşıttır o zaman aşk arayışı ve bunun beraberinde getirdiği yıkım. 
Bu yıkım; içsel bir yolculuk, egoyu parçalayan bir deprem ve gerçeklik algısını zayıflatan bir süreçtir. 
Bu ruhsal dönüşüm mevsiminde ne olduğumuzun ya da ne olacağımızın çok farkına varamayız. 
Naif duygular eşliğinde pembe bir masalla başlayıp, gri bir hikayeye dönüşen trajik bir yol hikayesi. 
Sonunda ise yaşadıklarımdan öğrendiğim çok şey var diyerek, o kafamızdaki sorulara anlam yükleriz.

Böyle, öyle, şöyle tarifsiz bir şey aşk. Yaşamadan anlam yüklemek çok zor kısacası..